MEHMET ULUSEL’İN KARA İPEĞİ
Mehmet Ulusel çiziyor. Çoktandır çiziyor. Bunda bir tuhaflık yok aslında;
herkesin daha çok başarılı bir kitap tasarımcısı olarak tanıdığı bu adam,
başlangıçtan beri -en azından onu tanıdığım 90’lı yıllardan beri- benim için
her zaman usta bir çizerdi zaten. Kitap tasarımı onun yalnızca (üstelik
oldukça yeni) mesleğiydi; aslan ağzındaki ekmek parasını kazanmanın bir
yoluydu. Asıl uğraşı, bana göre çizgiydi; çok özel, çok kendine özgü bir
biçimiyle resimdi. Bu işi gerçekten önemsediği, üstünde çok düşündüğü,
sorunlarıyla uzun zamandır hesaplaştığı belliydi. Ve bu uğraş, zaman zaman
bir iki dergi sayfasına, bir iki kitap kapağına yansır, Mehmet Ulusel’in bir
kalem ve fırça adamı, bir çizgi ustası olduğu böylelikle ara ara
anımsanırdı. Gelgelelim birkaç yıldır bu değişti. Bugün bu resim ya da daha
çok çizgi üretimi -çünkü burada çizgi, resmi tanımlayan başka şeylerin hemen
önüne fırlıyor- etkinliğini iyice üste çıkarmış, çizeri bütünüyle ele
geçirmiş, pençesine almış gibi görünüyor. Birkaç yıldır Mehmet Ulusel, gece
gündüz, durup dinlenmeden, işi gücü büyük ölçüde bir kenara itmiş, tam
anlamıyla zincirden boşanmış gibi çiziyor. “Deli gibi” çiziyor. Eşi dostu,
evine gidip gelenler farkında. Çizgi, yaşamının gitgide daha büyük bir
alanını kaplıyor. Dahası, yine eşi dostu farkında, bu çılgınlığın basit bir
açıklaması, belirgin bir amacı da yok. Evine uğrayıp bu son dönemi kimi
ürünlerini şaşkınlıkla izlediğim bir gün bana: “Meşguliyetle tedavi” demişti
kısaca. Ama bence yeterli bir açıklama değildi bu. Bence bu resimler bir
sıkıntıyı, bir bunalımı ya da “cinneti” bastırmak için yapılmıyor. Onlar o
cinnetin ta kendisi sanki; ete kemiğe (burada mürekkebe, boyaya, tuvale,
çizgiye) bürünmüş biçimi. Mehmet Ulusel durup dururken sanatçı olarak ün
yapmaya, sergiler açıp para kazanmaya filan niyet etmiş de değil (bu sergi
de, bir kaç yıl önce açtığı bir önceki gibi, onun girişimiyle değil daha çok
dostlarının önayak olmasıyla açıldı); çizdiklerini birilerine göstermenin
onun için fazla bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Bana sorarsanız sanatsal
üretimin en saf biçimlerinden biriyle karşı karşıyayız bu olayda: Bir adam,
yaygın ve genelgeçer “sanat olgusu”nun bütünüyle dışında, doğrudan doğruya
içinden taşan dürtülerin pençesinde, yalnızca içinden geldiği için, belki
çizmeden duramadığı için çiziyor, çiziyor, durmadan çiziyor.
Böylesi bir üretimin en iyi açıklamasını bir zamanlar Abidin Dino’dan
duyduğum bir tanımda bulduğumu düşünmüştüm. Ağabeyi Arif Dino’nun ünlü
tanımıydı bu: Sanat ürünlerinin insan bedeninin bir “ifrazatı” bugünkü
deyimiyle söylersek “salgısı” olduğunu söylermiş Arif Dino. Kendi buluşu
mudur, bir başkasından mı almıştır bilmiyorum, ama düşüncenin ve imgenin
çarpıcı olduğunda kuşku yok. Özellikle de bizi “yüce yaratı” diye
nitelenebilecek bir sanat kavramından başka bir düzleme, daha puslu, daha
anlaşılmaz, daha ürpertici bir düzleme çektiği için ilginç. Elbette hemen
başka birtakım kavramları, “dışavurum” sözcüğünün uzaklı yakınlı
çağrışımlarını, gerçeküstücülerin kuramlarını, onların “otomatik yazı”sını
ya da onunla amaçlanan şeyleri düşündürüyor insana. Gerçekten de Mehmet
Ulusel’in şu son son birkaç yıllık üretimini bir “salgılama” eylemine
benzetmek çok zor değil. Ve “teşbih”i daha zorlarsak, salgıladığı kapkara
bir ipekle kendine ördüğü karanlık ve tekinsiz kozaya gitgide kapanan dev
bir ipekböceğine benzetebiliriz onu.
Çünkü -resimlere bakınca hemen farkediyoruz- Ulusel’in ipeği gerçekten de
kara. Kapkara. Bu resimlere bakmaya başlar başlamaz bir karabasanın içinde
dolaştığımız duygusuna kapılmamak elde değil. Neler neler var bu
tuvallerin, bu kağıtların üstünde! Kimi zaman çizilmiş, kimi zaman boyanmış,
kimi zaman yapıştırılıp yan yana getirilmiş, kimi zaman karalanmış, kimi
zaman yazılmış, kimi zaman sanki yüzeye “kusulmuş” ne dürtüler, ne tepkiler,
ne kararsızlıklar, ne düğümler, ne sorular, ne saçmalamalar, ne karanlık
kararlar... Resimden resime gidip gelen eğri büğrü bedenler; kimbilir hangi
zihin takılması sonucunda zeminlere yayılan, figürlere eklenen, kalemi ya da
fırçayı sürükleyip götüren dama kareleri; labirentler, saçma mimariler,
garip böcekler, böcekle makine arası yaratıklar, kafatası ya da iskelet
parçaları, iç organlar, cinsel organlar (hep kadınlar), gözle vulva arası
yarıklar, çizgilerinin altında çürüyüp bozulan yüzler, içi boş giysiler...
Ve bütün bunların arasında sık sık beliren, bu karmaşanın içinde uçuşan,
kimi zaman bir köşeden bu dünyaya sanki şaşkınlıkla bakan ya da kimi zaman
tam cepheden bir otoportrede öfkesini yüzümüze savuran biri: Mehmet
Ulusel’in kendisi, sureti, hayali.
Bir de yazılar var sözü edilmesi gereken. Resmin yapısına karışmış, ayrılmaz
bir parçası, lekesi, dokusu olmuş, ama bir yandan da “yazı”lığını,
“söz”lüğünü sürdüren metinler. Metin parçaları daha çok. Kimi zaman bir iki
harf, tek bir sözcük, bir soru, bir yargı, Latince bir çiçek (?) adı, bir
şarkı dizesi; kimi zaman bir yerlerden taşan, okunması olanaksız bir sözcük
seli. Oraya buraya dağılmış, karamsar aforizma kırıntıları. Bazen, içinde
dolaştığımız karabasanı açıklayan su duruluğunda bir tümce: “Kendini kendi
içine göm. İstemesen de.” Bazen bilmecemsi bir sorular yumağı: “Bir resmin
edep yeri olur mu? Var mıdır? Varsa resmin neresinde bulunur? Olmalıysa
resmin neresinde olmalı?” Bazen şiir benzeri bir istif: “Badana edilmiş
ruhlar / üstümüzdeki tuhaf beyazlık / ağırlık. Uzaklık duygusu her zaman
(neredeyse).”
İşin asıl ilginç ve şaşırtıcı yanı, bu gölgeli dünyanın, bu karabasan
havasının, nasıl oluyorsa ve kimbilir hangi tılsımlı dönüşüm sonucunda, hiç
çekinmeden “estetik” diyebileceğim bir bütünlüğe, bir sürekliliğe, bir
kimliğe ulaşması. Bu resimlere uzun uzun, tadını (acılı, gölgeli, karanlık
tadını) çıkara çıkara baktığınızda, içinizde uyanan heyecan -ne tuhaf- bir
tür erince benziyor daha çok! Eski deyimiyle “essah” işlerin, gerçek, içten
işlerin verdiği o başka hiçbir şeye benzemez mutluluk kaplıyor içinizi.
Gerçi Ulusel’in bunu da umursadığını, umursayacağını sanmıyorum. Onun derdi
sizinle değil, kendiyle ve resmiyle. Olsun, ne yapalım! Her zaman böyle
olmuştur: Birinin karanlıktan derleyip getirdiği, ötekilere ışık olmuştur.
Samih Rifat
Kasım 2006, İstanbul