Sayın Bay Jewell,
Sanatçıya göre, eleştirel aklın işleyiş biçimleri yaşamın sırlarından biridir. Onun için, bize göre, sanatçının özellikle eleştirmen tarafından yanlış anlaşıldığından yakınması, herkesçe bilinen bir gerçek halini almıştır. [Eleştirmenin olmadığı bu ülkede, bir ressamın herhangi bir eleştirmen tarafından yanlış anlaşılması bile bir tartışma ortamının yaratılması açısından iyi olurdu.] Bundan dolayı, Federasyon Sergisi’ndeki resimlerimiz karşısında TIMES’ın eleştirmeninin kısık sesle ancak alenen, ‘olağanüstü şaşırdığını’ itiraf etmesinin ve ‘apışıp kalmasının’ ardından, eleştiri sırasının bu kez bize geldiğini düşünüyoruz. [Bırakın eleştirmeni, sanatçıların bile görüşlerini alenen açıklamaktan kaçındıkları bir ortamda, sanatçılardan eleştirel bir tavır beklemek fazlasıyla hayalcilik olur. İngilizce metinde, sürekli eleştiriler altında ezilmekten bıkan ressamların, çaresiz bir yaratık olan solucanın bile çiğnendiğinde döndüğü, dolayısıyla, artık eleştiri sırasının sanatçılara geldiği anlamındaki “...an event when the worm turns...” deyimi kullanılıyor. Sanat tarihinde solucan benzetmesine daha önce de rastlandığını Zeynep Sayın’ın İmgenin Pornografisi adlı kitabında okuyoruz: “6. yüzyılda bugün artık yaşamamış olduğu düşünülen “sahte” Dionysius Aeropagita, tanrısal aşkınlıkla benzeşen kutsal figürler resmetmek yerine, onu kendiyle benzeşmeyen canavarlıklarla, örneğin solucan imgesiyle görünmez kılmanın daha doğru olduğunu öne sürmüştür. Solucan imgesinin mantığı şudur: Ne ondan daha aşağı görülen bir mahlûk vardır, ne de yapılabilecek başka herhangi bir anıştırma onun kadar bütünlüklü bir biçimsizliğe sahip olabilecektir.” Günümüzde galerilerde açılan kişisel sergileri saymazsak ki bu sergiler basın tarafından yok sayılabiliyor, ressamların toplu sergilere ancak kadrosunda yer aldığı küratörler tarafından davet edildiğini biliyoruz. Basında bu sergiler üzerine yer alan övgü dolu yazıları da, bu basın kurumlarıyla iyi ilişkiler içinde olan bu küratörler yazıyor. Hatta bu küratörlerin kendi sergileri için yazdıkları katalog yazılarının dergilerde tanıtım yazısı olarak aynen basıldığına bile tanık olduk. Bununla da yetinmeyen küratörlerin artık iki-üç dilde yayınladıkları kendi dergileri de var ki bu durum tekelci iktidarın tamamlanmış olması demektir. Küratör iktidarı, sanatçıları kendine bağımlı kılarak ya da sanatçılarda, bir gün kadrosunda yer verebileceği umudunu açık bırakarak, onlardan gelebilecek her türlü eleştirel bakışı tamamen ortadan kaldırmıştır. Farklı küratör iktidarlarının pazara hâkim olmak kaygısı ile bazen açıkça, bazen de sanatçıları aracılığıyla birbirlerine yönelik eleştirilerini dikkate almıyorum. Eleştirinin yerini, sergiyi düzenleyen kişinin yazdığı tanıtım yazısına bıraktığı bir yerde sanatçılara da söz hakkı düşmez. Ayrıntılı fikir edinmek için, herhangi bir sözlükten bkz. solucan, sahte ve faşizm.] Diğer sanat çevrelerinin gözünde bir tımarhane histerisi yarattığımız dikkate alındığında, ‘muğlâk’ resimlerimize karşı bu dürüst ve kalpten tepkiyi selamlıyor ve bize görüşlerimizi açıklamak için verilen bu cömert olanağı minnetle karşılıyoruz.
Resimlerimizi savunmak gibi bir niyetimiz yok. [Bu görevi Türkiye’de zaten paralı metin yazarları ve küratörler üstlenmiş durumda. İşin acı tarafı, kimsenin idareyi kızdıracak, savunulması gereken resimler yapmaya da niyeti yok. Gerçi sanata dair herhangi bir görüşü olmayan idarenin, resimlere ahlaki ölçütler açısından bakarak, ressamları cezalandırdığını hatırlıyoruz. Örneğin eşcinsellik üzerine foto-realist resimlerinden dolayı üniversitedeki işine –meslektaşlarının baskısı ile- son verilen Taner Ceylan bunlardan birisi. Ancak ben kaç ressamın resmin genel kabul görmüş –dekoratif, plastik ya da artistik- değerlerine karşı çıkmak gibi bir niyeti olduğunu merak ediyorum.] Kendilerini savunabilecek durumdalar. Onları açık ve net ifadeler olarak görüyoruz. Sizin onları reddetme ya da küçümsemedeki başarısızlığınız, iletişimsel bir güç taşıdıklarının apaçık kanıtıdır.
Onları savunmayı reddediyoruz çünkü bunu [istesek de] yapamayız. Olağanüstü şaşırmış birine ‘The Rape of Persephone’ un [Persefon’un Tecavüze Uğrayışı, Adolf Gottlieb’in bu resmini ben de merak ediyorum ancak tüm çabalarıma rağmen, orijinali Newman’ın varislerinde olan bu resmin bir reprodüksiyonuna henüz ulaşamadım.] efsanenin özünün şiirsel bir ifadesi olduğunu; tüm zalim imaları ile birlikte, tohum kavramının ve toprağının sunumu olduğunu; temel gerçeğin yüze vurulması olduğunu açıklamak kolaycılık olurdu. Bu, karmaşık duygularla örülmüş soyut kavramı, bir erkek ve kız çocuğun inceden oynaşması biçiminde sunmamızı mı isterdiniz? [Bir resmin “boş” sözcüklerle anlamlandırılabileceğiyle alay eden bu cümlenin özü geçerliliğini hala koruyor. Günümüzde teoriden yoksun resimlerin metin aracılığıyla bir anlama kavuşturulduğunu biliyoruz. Antik Yunan estetik ölçüleri ile anlamsız “güzel”likteki pozlarda boyanmış güzel kadınlar ve güzel çocuklarla; süslenmiş, dekoratif dokunun saman lezzetindeki tuvaller ve resim alan kitlenin merak edip de gitmeye cesaret edemediği mekânların veya özenip de yapamadıkları işlerin görüntülendiği resimler piyasada peynir ekmek misali uçuşuyor. Nasıl olsa sergi düzenleyicileri, sanat tarihçileri veya “tanımlayıcı” eleştirmenler bu yavan resimlerin üzerine, yenilip yutulabilir hale gelmeleri için gerekli olan estetik sosu, servis yaparken döküyorlar. Ressamların üretirken düşünmelerine ne gerek var ki?]
Aynı şekilde, ‘The Syrian Bull’ u(Suriye Boğası, 1943, Mark Rothko) arkaik bir imgenin, eşi görülmemiş deformasyonlar içeren, yeni bir yorumu olarak açıklamak da çok kolay. Sanat zamansız olduğuna göre, ne kadar arkaik olursa olsun, bir sembolün belirgin bir yorumunun günümüzdeki anlamı, o arkaik sembolün kendi zamanındaki anlamı kadar anlamlıdır. Yoksa 3000 yıl önceki anlamı daha mı gerçektir?
Fakat bu kolaycı ders notları ancak basit fikirli kişilere yardımcı olabilir. Hiçbir olası notlar bütünü resimlerimizi açıklayamaz. Açıklama, resim ve izleyicisinin arasındaki birbirini tamamlayan deneyimden çıkmalıdır. Sanatın takdiri ancak zihinlerin gerçek birlikteliğinde söz konusu olabilir. Aynı evlilikteki gibi, sanatta da birbirini tamamlamanın eksikliği, ilişkinin sonlandırılmasının temel nedenidir. Bize göre meselenin özü, resimlerin ‘açıklanması’ değil, bu resimlerin taşıdıkları asli düşüncelerin bir önemi olup olmadığıdır. Resimlerimizin, aşağıda bazılarını sıraladığımız estetik görüşlerimizi sergilediğini düşünüyoruz:
1- Bize göre sanat, ancak risk alma cesareti olanların keşfedebileceği, bilinmeyen dünyaya doğru bir serüvendir. [Sanatla bağlantısı olan insanları beş gruba ayırabiliriz: Sanat üreticileri (sanatçılar), sanatı pazarlayanlar (özel galeriler), sanata değer biçenler (küratörler ve eleştirmenler), sanat alıcıları (kurumsal ya da kişisel koleksiyoncular) ve sanat izleyicileri (sanatseverler). Türkiye’deki sanat izleyicisinin profilini çıkarmak benim işim değil. Ancak, doğrusu böyle bir araştırma yapılmışsa sonuçlarını, ya da henüz yapılmamışsa yapmaya kimsenin niyeti olup olmadığını merak ediyorum. Bildiğim tek şey, ülkemizde izleyiciden daha farklı bir konumda olan sanat alıcısının risk almaktan korktuğudur. Alıcı kitle, sanat alırken öncelikle “gözlerini okşayan” güzelliklere, daha sonra da ticari boyutu gözeterek, ya tescilli isimlere ya da ressamı öldüğü için en azından antique değeri olabilecek işlere yönelmektedir. Geldiğimiz son aşamada ise, resmi koruyan ve sunan kurumlar olarak bütün modern sanat müzelerinin, güncel sanat merkezlerinin ve basının büyük sermayenin mülkiyetinde bulunduğu göz önüne alındığında, sanatı üretenler olarak, ressamların da artık riske girebileceklerini pek zannetmiyorum. Bu durumda, bağımsız kalmaları da gittikçe zorlaşan, risk alma cesareti gösterebilecek, idealist özel galerilerin önemi daha da artmakta. Çağdaş ressamların sırtlarını, müze ve sanat merkezlerinin yöneticiliğine atanmış (herhangi bir konuma atanmış bir kişinin, bu konumunu kaybetme korkusuyla, risk alma olasılığı oldukça düşüktür) küratörlere dayayarak, güvenli bir sığınak edinme eğiliminde olduklarını da hesaba katarsak, Türk resminin geleceği hakkında kaygılanmamak elde değil.]
2- Hayal dünyası özgürdür ve toplumsal bilince şiddetle muhaliftir. [Böyle muhalif bir tavır için sanatçının kendisini toplumsal ilişkilerden, ilk aşamada, zihinsel olarak soyutlaması gerekir. Bu da onun nelerden fedakârlık etmeyi göze alacağıyla eşdeğerdir. Direnç ve dayanışmanın bu noktada anlam kazanacağını düşünürdüm. Ne var ki, ülkemizde sanatçı kolektiflerinin ve gruplarının böyle bir direnç noktasını oluşturmak bir yana, statükonun içinde yer edinme amacına hizmet ettiğine tanıklık ediyorum. Ayrıca toplumsal ilişkilerde kişisel bilinç kolaylıkla toplumsal bilincin arkasında kalabiliyor. Türkiye’de her iktidar muhalefet tarafından, devletin çeşitli kademelerinde siyasi ve ailevi kadrolaşma yapmakla suçlanır. Oysa küratör iktidarı içinde yer alan –kişisel bilinç düzeyinin, ondan kişisel hesaplar beklenmeyecek kadar yüksek olduğundan şüphe etmediğimiz- bir profesörün bile düzenlediği her sergide eşinin, sıradan bile sayılamayacak işlerine “yüksek” metinler desteği ile yer vermesi, toplumsal bilincin açık bir yansıması olan ailevi kadrolaşma olduğu halde, sorgulanmadan olağan karşılanabiliyor.]
3- Sanatçılar olarak görevimiz izleyicinin dünyayı -kendi gözüyle değil- bizim gözümüzle görmesini sağlamaktır.
4- Karmaşık düşüncenin basit ifadesi taraftarıyız. Benzersizliğin vurucu gücüne sahip olduğu için büyük biçimler kullanıyoruz. Resim düzlemini yeniden tanımlamak istiyoruz. Yanılsamayı ortadan kaldırıp gerçeği ortaya çıkardıkları için düz biçimleri savunuyoruz.
5- Ressamlar arasında genel kabul görmüş anlayışa göre, eğer yeterince iyi boyanmışsa, kişinin neyin resmini yaptığının hiç önemi yoktur. Akademizmin özü de zaten budur. Hiçbir şey hakkında iyi resim diye bir şey olamaz. [Mektubu ilk okuduğumda beni en çok çarpan ve günlerce dilimden düşürmediğim cümle bu oldu. Hiçbir şey hakkında o kadar çok iyi resim görüyorum ki, herhangi bir şey hakkında, sırf anlatımcı tavrından dolayı bile kötü olarak adlandırılabilecek bir resim yapmanın keyfini o an anladım. Resmin, özellikle de soyut resmin yalnızca kendine dönük bir tavır sergilediğini düşünenler için bir dönüm noktası olabilecek, soyut resmin neferlerinden ikisinin kaleminden çıkmış bu cümle, bence her resmin bir meselesi olduğunun ve bu meselenin Akademilerde öğretilen plastik meselelerin de üstünde olduğunun bir uyarısı niteliğinde.] Konunun büyük önemi olduğunu kabul ediyor ancak yalnızca trajik ve zaman aşımına uğramayan konuların geçerli olduğunda ısrar ediyoruz. [Resimde konunun ne önemi olduğu ve meselenin konudan hangi anlamda ayrı tutulması gerektiği netlik kazanmadan bir resmin ne hakkında olduğu üzerine bir fikir edinilemez. Resim hiçbir zaman konusu hakkında değildir. Konu, resmin yapılmasına neden olan kişisel, tarihi ya da güncel bir olay olabilir. Ancak bu konunun resim dili içersinde görselleştirilmesi, o olayı kişisel olandan insani olana, güncel veya tarihi olandan zaman dışı olana dönüştürmeyi sağlayan resim meselesi aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Bir kişinin -kendine sorması gereken- neden resim yaptığı, neden resmi kendine bir ifade aracı olarak seçtiği sorusu, neyi, nasıl yaptığından daha önceliklidir. Sanatsal bir yapıt payesini hak edebilmesi için ise her resmin, ressamın “Ben bunu neden resmime konu ediyorum, bu konuyla ilgili ne düşünüyorum, resim meselem içinde bu konuyu böyle mi ifade etmeliyim, bu resmi yapmam ben ya da başkaları için neyi değiştirecek?” sorularını yıpranmadan geçebilmelidir. Bu durumda, bir konunun neden o anlatım dilinde resme dönüştürüldüğü, neyin resminin de, yukarıdaki sorular sorulmadığında sadece biçimsel bir bakışa indirgenebilecek olan- nasıl yapıldığı sorusunun da önüne geçecektir.] Bundan dolayı, ilkel ve arkaik sanatla olan ruhsal bağımızın varlığını ifade ediyoruz.
Sonuçta işlerimiz bu inançları kapsıyorsa, iç mekân dekorasyonu ile ruhsal bağı olan birine, salon resimlerine, şömine üstü resimlerine, Amerikan hayatı resimlerine, toplumsal resimlere, sanatta saflığa, para kazanma peşindeki ödül avcılarına, Ulusal Akademi’ye, Whitney Akademisi’ne, Corn Belt Akademisi’ne, paragözlere, basmakalıp değersiz yazılara vs. hakaret ediyor olmaları doğaldır. [Kimsenin üzerine alınmayacağından hiç şüphem yok. Yine de, bilmenin lanetiyle yüklü buhakaret bugün, burada hala yankılanıyor. Kim bilir belki bir gün Rothko’nun ardında bıraktığı kazanımlardan faydalananlar, onun bu sözlerinin anlamından da ders çıkarmayı bilirler.]
Saygılar,
Adolph Gottlieb
Marcus Rothko
[Bizden de size saygılar Bay Gottlieb ve Bay Rothko.]