|
| SANAT EĞİTİMİ | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: SANAT EĞİTİMİ Paz Mart 04, 2007 3:28 pm | |
| Tanımı ve Kapsamı Sanat eğitimi, yeni bir tanım olarak sanat ve bilim çevrelerince benimsenmiş görünse de, terim, kavram ve kapsam olarak tam yerine oturduğu söylenemez. Çünkü, bugüne kadar bu terim yerine ya da alanı belirlemeye yönelik kullanılan terimler oldukça fazladır (resim-iş, sanat öğretimi, sanat yoluyla öğretim, estetik eğitim, güzel sanatlar eğitimi, plastik sanatlar eğitimi sanata doğru eğitim, temel sanat eğitimi vb.). Sanatın eğitimiyle ya da sanatı konu alan eğitimle ilgili olarak oldukça fazla denilebilecek sayıdaki bu kavramlar, zaman zaman kavram kargaşalarına da zemin hazırlamakta ve zihinleri karıştırmaktadır. “Sanat eğitimi”nin yeni sayılabilecek bir alan ve kavram olmasından kaynaklanan bu karışıklığa; kavramı tanımlamaya çalışan kişi ve kurumlar, iletişim eksikliği, terminolojik metot eksiklikleri ve nihayet yabancı kaynaklardan yapılan çevirilerdeki kavram ve terim çeşitlilikleri sebep olmaktadır. Sanat eğitimiyle ilgili olarak bir başka yanlış anlama ise, sanat denince sadece plastik sanatların akla gelmesi sebebiyle sanat eğitimi de plastik sanatların eğitimi olarak anlaşılmasıdır. Halbuki sanat denilince sadece plastik sanatlar değil, fonetik, ritmik ve dramatik sanatları da içine alan oldukça geniş bir alan akla gelmelidir. Böyle olunca, sanatla ilgili eğitim faaliyetlerinin kapsamı içine yalnızca plastik sanatlar değil, sözünü ettiğimiz diğer dallar da girer. Bu amaçla, bütün sanatları ve bu sanatların birbiriyle ilişkisini düşünsel boyutta sanatçı, sanat tüketicisi, toplum, kültür ve eğitim bağlamında irdeleyen kuramsal çalışmalara “Güzel Sanatlar Eğitimi” denilebilir. Dar anlamıyla sanat eğitimi, görsel sanatların eğitimi ve öğretimiyle ilgilenir. Bu öğretimin kapsamı içinde, uygulamalı çalışmalar, sanat eseri inceleme, eleştiri, sanat tarihi ve estetik yer alır. Bu kapsamın içine, araç-gereç ve işlik donanımı ile birlikte müfredat programları, çalışma düzeni, değerlendirme gibi yöntemsel konuları da dahil etmelidir. Çağımızda eğitim, bilim ve sanatın işbirliğine dayandırılmalıdır. Sanatın da, bilimin de amacı; insana hizmet etmek ve yeniyi keşfetmektir. Sanata ve duyguların eğitimine önem veren okul ya da eğitim sistemlerinde, duygular eğitilirken, zihinsel yeteneklerin, düşüncenin ve zekânın da geliştiği gözlenmektedir. Sanat, duygu ve düşünce arasındaki iç içe geçmiş bağlantıyı vurgularken, öğrenme ve gelişim sürecinin de etkin bir yardımcısıdır. Sanat eğitiminin örgün ve yaydın eğitim içindeki tanımını şöyle yapmak mümkündür: Kişinin duygu, düşünce ve izlenimlerini anlatabilmek, yetenek ve yaratıcılığını estetik bir seviyeye ulaştırmak amacıyla yapılan eğitim faaliyetlerinin tümü. Sanat eğitimi; kişiye estetik yargı yapabilme konusunda yardımcı olmayı amaçlarken, yeni biçimleri hissedip, eğlenmeyi ve heyecanlarını doğru biçimlerde yönlendirmeyi öğretir. Demek ki sanat eğitimi, sanatçı yetiştirmeye değil; yetiştirmek durumunda olduğu her kişiyi yaratıcılığa yöneltip, onun bilgisel, bilişsel, duyusal ve duygusal eğitim ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Sanat eğitimi, her yaştaki birey için gereklidir ve insan hayatında önemli bir yer tutar. Sanat eğitimi; bireyin yaratıcı güç ve potansiyellerini eğitmek, estetik düşünce ve bilinci örgütlemek için gereklidir. Sanat, bireyin sosyal ilişkilerini ayarlamasını, işbirliği ve yardımlaşmayı, doruyu seçme ve ifade edebilmeyi, bir işe başlayıp bitirme sevincini tatmayı, üretken olmayı sağladığı için gereklidir. Sanat eğitimi, gözlem yapma, orjinalite buluş ve kişisel yaklaşımları destekler, pratik düşünceyi geliştirir. Olayları, olmadan da beyinde gerçekleştirebilme gücünü arttırır. Bireyin el becerisini geliştirir ve sentez yapmasına yardımcı olur. Sanatla ister ürün vererek, isterse seyrederek, dinleyerek, okuyarak olsun ilgilenmek, sadece duyguları ve duyarlılığı harekete geçirmekle kalmamakta, bilişsel ve duyuşsal yönleriyle bütün zihinsel süreçleri canlı tutmaktadır. Canlandırabilme ve fikirlerini çeşitli araçlarla sunabilme yeteneği, hem sanatsal hem de bilimsel mesleklerdeki kişilerin eğitimsel başarılarına katkıda bulunmaktadır. Sanat eğitimi, hayal gücünü çalıştırarak, dramatize edip canlandırarak, güçleri geliştirecek yaratıcı çabayı yönlendirmek için gereklidir. Kendisine sanatla ilgili alanlar erkenden açılmış, evinde, yuvada, anaokulunda sanat eğitimi almaya başlamış çocuk, ilkokulda sınıflar ilerledikçe, çevresindeki sanat olaylarını, biçimlendirmeleri yavaş yavaş değerlendirebilir; güzeli anlamaya ve aramaya başlar. Sanat eğitimi rastlantısal olarak kimi yönelişleri, kimi becerileri ya da yetenekleri ortaya çıkarabilirse de, sanat eğitiminin salt temel amacı bunlar değil; hayatı değerli kılmak ve ondan zevk almayı sağlamaktır. Yani sanat eğitimi; insanı hedef alan ve onun mutluluğu için, insan anlayışına uygun nesiller yetiştirmeyi amaçlar. Sanat eğitimi; her bir sanat eserinin hedeflediği seyircide, dinleyicide, okuyucuda estetik kaygı meydana getirmeyi; zihnin bir boyutu olan sanatsal zekanın beslenmesi ve geliştirilmesini, bununla birlikte ona, insan ve insana bağlı değerleri iletmeyi hedefler. Sanatsal anlatımı, onun özel dilini kullanan kişi, aynı zamanda bu dil yardımıyla geçmiş ve çağdaş sanat eserlerine değer yargısıyla ulaşabilir. Gördüğü eserleri nitelik yönünden farkeder. Sanat eğitiminin bir başka işlevi de, sanat eserlerine olduğu kadar, çevreye ve her türlü görsel nesneye, estetik ölçütlerle ulaşmayı sağlamaktır. Değerlerle düşünmeyi, nitelikleri farketmeyi öğrenen kişinin estetik bakışı ve görüş alanı genişler. Beğenileri sığ, yalnız kendi sevdiklerini güzel kabul eden insanlar yerine, çevresine ve sanat eserlerine onların kendi nitelikleri, sanatsal dilleri ve kültürel birikimleri doğrultusunda yaklaşan insanlar yetiştirmek, sanat eğitiminin amaçları içinde yer alır. valla yazarı kim bilmiyorum yazmamış adını. Birilerine faydalı olur diye koyuyorum buraya | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Çarş. Mart 14, 2007 11:33 am | |
| SANAT EĞİTİMİ İLE BUDUKLARINIZI, NOTLARINIZI EKLERSİNİZ BURAYA ARTIK. HADİ KOLAY GELSİN | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:12 am | |
| kısa bir resim sanatı tarihi
paleolitik dönem resimleri Eski Taş (Paleolitik) dönemdeki resimler, mağara duvarlarına çizilen ve boyanan betimlerdir. Bu resimlerin çoğun içeriğini hayvanlar dünyası oluşturur. Özellikle İspanya’daki Altamira Mağarası’nda, konu olarak hayvan betimleri ön plana gelmiştir ( Bizon, geyik, at vb.) . Bu mağaradaki resimlerin boyları bir- iki metre kadardır. Sonrasında, Fransa’daki Lascaux Mağarası’nda bulunan beş metre boyundaki hayvan resimleri de ayrıca dikkat çekmiştir. Eski Taş dönemi insanlarının yaptıkları resimlere benzer resimler yapanlar Tasmanya ve Avustralya yerlileri olarak bilinirler. Bu resimlerde fotografik benzerlik, yanı sıra nesnelerin oldukça yüksek düzeydeki seçici bir stilizasyonu dikkat çekmiştir. Her şey çok canlıdır. İlkel insanın etkili resim yapma tutkusu vardır. Genellikle mağara resimlerinin önce kenarları çiziliyor, daha sonra içleri boyanıyordu. Başka ilginçlik de bir mağara resminin üzerine bir başka mağara resminin yapılmasıydı. Bu nedenle tarihlemede zorluklar ortaya çıkmıştır. Çeşitli maden oksitleri ve hayvansal yağlar karıştırılarak boyalar oluşturulmuş; zaman zaman katı, zaman zamansa sıvı olarak;önceleri parmakla, sonrasında bazı aletlerle sürülmüştür. Özellikle Lascaux Mağarası’ndaki resimler oldukça hareketlidir. Büyük figürler yanında, küçük figürler de kullanılmıştır. Figürlerdeki gösterim genellikle profildendir. Mağara duvarlarında, geometrik formlara da rastlanmıştır. Bunlar bir çeşit işarettir. Söz konusu resimlerde insan, hayvan başlı olarak da değerlendirilmiştir. Tarih öncesi resim için; Burkitt’in de ileri sürdüğü gibi; “çizim tekniği ve renklendirmenin öğrenildiği bir okul bile olmalıydı” düşüncesi geçerliliğini her zaman koruyan bir görüştür. Bu dönem resmi için, iki farklı antropolog görüşü söz konusudur. Birinci görüş, mağara resimlerinin bütünüyle amaçsız, avcıların boş vakitlerini geçirmek için yaptıklarını savunur; resimlerin estetik değeri ve canlılığını açıklarken; bu tasvirlerin, ilkel insanın zihninde yer alan avlanmış hayvanların imajları olduğuna dikkat çeker. Söz konusu resimlerde büyüsel bir anlam arayan bir başka grup antropolog görüşü ise; sıkıntılı mağara ortamından bıktıkları için, insanların bu resimleri yaptığına inanır. Mağara resimlerinde bilinçsizce bulunan bir form, daha sonra bilinçli bir yaratım sürecine sokulmak istenmiştir. Çizgiler arasına kazandırılan net imajlar, mağara insanının sağlam bir grafik tasviri yolu bulmasına kadar gitmiştir. Gerçekte bu oluşum, görsel bir incelemeden çok nesnelerce elde edilmiş ruhsal izlenimlerle ilgilidir. Burada sanat kuramına tutarlı bir katkı da gelmiş olmaktadır. Zihin yapısı, bilinçsiz bir göze göre daha etkili bir gözlemcidir. Mağara resimlerinde hayvan figürlerinin çoğu, çizim bittikten hemen sonra kabartma şekline sokulup tamamlanmıştır.
Bu da gösteriyor ki hayvan figürü önce işaretleniyor veya bütünüyle çiziliyor, sonra da bu tasarım insan zihnindeki hayvan imajına uygun biçimde, yaklaşık olarak geliştiriliyordu. Böylece hacimli bir plastiklik de meydana gelmiş oluyordu. Son aşamaya giderken de gerçekçilik kaçınılmaz bir tutkuya dönüşüyordu. Çizgilerin nesneleri sembolize etmesi ve gerçekçilik durumunun keşfedilmesinden sonra, sanatçının varlığı, sonraki aşamaları işleyip hacim ve cisim halinde gösterme girişimi şeklinde kendini belli ediyordu. Örneğin; ilkel insan konturlardan içeriye doğru ince ince çizgilerle ilerleyerek nesnenin heykelsi yanını keşfetmiştir. İnce çizgilerden renk lekelerine geçilir ve iki ya da daha çok zıt rengin karşıtlığıyla başka bir nitelik elde edilir ve böylece bu renkler gölgelenmiş olurdu.
Sonuç olarak; tarih öncesinin mağara dönemi insanı; insan siluetlerini, mağara duvarlarına, kayaların yüzeylerine, yaşamlarındaki bütün olan biteni anlatan kompozisyonlar kapsamında çizmeye başlıyor; bazen de bu şematik desenleri renklendiriyordu. Bu kompozisyonlar, yabani hayvanları, av sahnelerini, kısaca insanın yaşamında karşılaştığı ve aklında kalan her şeyi, hem de çok gerçekçi bir biçimde betimliyordu. Yapıtların konusu gibi yapılış biçimleri de, toplum yaşamınca koşullandırılıyordu; bir başka deyişle meydana gelen resimler, doğal çevrenin, insanca ne ölçüde kavranabildiğini yansıtıyordu. Böylece, resim, tarihinin bu başlangıç döneminde, çevredeki sahnelerin özel bir biçimde yeniden oluşturulmasından, kopya edilmesinden başka birşey de olmamıştır. William Blake’nin de “Doğal Din Yoktur” isimli yapıtında dediği üzere, “İnsan uslama gücüyle ne görüp kavradıysa ancak onu karşılaştırır ve yargılar” sözü tarih sonrası olduğu kadar, tarih öncesinin insanına da ne kadar uyar değil mi? İşte tarihin içinde, ne olursa olsun, öncesiyle ve sonrasıyla bütünleşebildiği oranda kalıcı olabilmiştir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:13 am | |
| mezopotamya ve mısır’da resim Öncelikle, Mezopotamya uygarlıkları ve kültürü denince; bunları oluşturanların kimler olduğunu söyleyelim. Bunlar, başta Sümerliler olmak üzere, Asurlular, Akadlılar ve Babilliler’dir. Bu uygarlıklarda resim bağlamında değerlendirilebilecek olan sadece kabartmalar vardır. Söz konusu kabartmaların biçimi ilkeldir. Gövde cepheden, yüz ve bacaklar ise profilden gösterilmiştir. Kişilerdeki yüzler ve ifade basmakalıptır. İnsan formlarına göre; hayvan formları, çok daha doğaldır; daha zarif, daha orantılıdır.
Bir duvar resim tekniği olan fresko da M.Ö 3000’in sonlarından başlayarak kullanılmış olmalıdır. Mezopotamya kabartmalarında bir şematikleşmenin olduğunu söylemeliyiz. Mısır resimlerine göre daha duragandırlar. Bu resimlerde desen bağlamında ayrıntı ve detaya yer verilmemiştir. Bu arada Asurlular’ın röliyef sanatında ileriye gittiklerini biliyoruz. Bu betimlerde av veya savaş sahneleri gösterilmiştir. Mısır’daki gibi çıplak insan vücudu Asurlular’ı ilgilendirmemiştir. Mitolojik olguya da destek verecek bir biçimde Asurlular, hayvan anatomisine, insan anatomisinden daha fazla önem vermiştir. Renk kavramı altında, sarı, mavi beyaz ve kırmızı dışında pek fazla renk kullanmamıştırlar. Alçı kabartmalarda da kullanılan renkler aşağı yukarı bunlardır.
Nil deltasında hüküm sürmüş olan Mısırlılar’ın resme olan bakış açısına gelince; dünyeviliği bir geçiş olarak yorumlayan Mısırlılar, öbür dünya gerçeği için çalışmışlardır. Böylece ruhun ölümsüz olduğuna inanmışlardır. Bu aşamada resimsel yönde Mısır Röliyefleri’nden söz etmek gerekecektir. Bu betimler, özellikle mezarlarda kullanılıyor; ölenin yaşamından sahneler ve yaptığı işler yansıtılıyordu. Tıpkı duvar resimleri gibi, düz bir yüzey üzerinde yayılır ve çoğun boyanırlardı. Perspektif yoktu. Özellikle Mısır’ın Orta İmparatorluk döneminde, boyalı röliyefler de gelişiyor. Yanı sıra, doğadan görünümler, insan portreleri, günlük yaşam ve savaş sahnelerinin ortaya konulduğu fresko teknikli resimler de bulunmaktadır. Mısır ressamı, gördüğünü değil usundakini resmeder. Plastiklik bir çeşit yazı olarak kullanılıyordu. Bu yüzden gerek Mısır röliyefleri, gerekse Mısır resimleri, bir olayı anlatmak için vardı. Yani, resim sanatı anlatımcı bir yolu benimsiyordu. Zaten onların resimsel yazılarına da hiyoroglif deniyordu. Bu uygarlıkta hem resim yazılaştırılıyor, hem de yazı resimleştiriliyordu. Mısır resmi, perspektifi kullanmadığından bir düzlem resmidir. Yan yana gösterilmek istenen figürler eşit büyüklükte resmediliyordu. Mısır resminde, gövde ve gözler cepheden, bacaklar ve baş profilden gösterilmiştir. Doğa gözlemi Mısır’da oldukça tutarlıdır. Fakat bu durum zamanla kalıplaşmıştır. Mavi ve kırmızı renkler fresko tekniğinde de çokça kullanılırken, diğer renkler daha az kullanılmıştır. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:14 am | |
| yunan ve roma’da resim Bir kere her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki nasıl, bir Mezopotamya sanatını Mısır’dan ayrı düşünemiyorsak, Yunan sanatını da Roma sanatından ayrı düşünemeyiz. Yunan ve Roma sanatı, yönetimleri ve toplumları gereği, çok tanrılı bir kisveye sahiptir. Yani tanrı ve tanrıçaları vardır. Antik uygarlıklar olarak bilinen bu iki kültür süreci, başta mimarlık gelmek üzere, heykel, sonrasında da resim sanatıyla tanınabilmektedir.
En önemli mimarlık birimleri tapınaklar ve bunların kutsal mekanlarına yerleştirilen tanrı veya tanrıça heykelleri... Yanı sıra özellikle resim bağlamında Yunan’da görülenin, Vazo Resimleri olduğunu hemen söylemeliyiz. Siyah ve kırmızı rengin bolca kullanıldığı söz konusu bu resimlerde, çizgi ve ritim çok önemli bir yer tutar. Heykel sanatına hakim olan ölçü, denge, simetri, usta anatomik çabalar, detaylara gösterilen usta işçiliklerin hiç birisi sözünü etmeye çalıştığımız bu vazo resimlerine uygulanmamıştır. Fakat, Ege kültürlerini Yunan uygarlığından pek ayırmamak gerektiğinden; özellikle Ege Uygarlıkları Dünyası’nda Girit kültürü ve bu kültürün fresko teknikli resim sanatı bir hayli ilginçtir. Bu freskolara saraylarda rastlanıyor. Hatta bu freskoların da Anadolu’ya bağlandığı bilinmektedir. Çünkü Anadolu’da en eski freskolar, neolitik dönemde Çatalhöyük’te karşımıza çıkmaktadır. M.Ö 1700-1600’lerde Girit freskolarının bazıları minyatür gibi küçük, bazıları ise; normal büyüklüktedir. Girit sanatındaki natüralizm ilk kez burada görülmektedir. Çok enteresandır, M.Ö 1600’lerdeki freskolarda, din törenleriyle ilgili olarak; koşan sıçrayan gençler, kızgın bir boğanın boynuzlarından tutmak suretiyle kendilerini havaya fırlatan, bir takla attıktan sonra yere inen kadın ve erkek atletler dikkati çeker. Salt doğal manzaralarda vardır. Girit’e özgü bitki ve hayvan formları şeklinde karşımıza çıkan bu resimlerin yanı sıra hayvan mücadelelerine dayalı sahnelerde bulunmaktadır. Fresko ressamları yalnız şiddetli hareketleri değil, en hafif titreşimleri bile tanımlamasını bilmekte ve herşeyden önce doğaya karşı büyük bir sevgi duymaktaydılar. İşte,Girit uygarlığına ilişkin resimsel sözler tamamen Yunan ve sonrasındaki Roma’yı da bağlamaktadır. Arkaik Yunan kültürü içinde gündelik yaşamda kullanılan vazolar, resim sanatı açısından önemli belgelerdir. Vazo ressamları, figürlü ya da geometrik motiflerin yanında, insan resimleri de yapmaktadırlar. Tek insan figürü değil, grup insan figürleriyle kompozisyonlar yapmaktadırlar. Hatta mitolojik temalara da yönelmişlerdir. M.Ö 700-600’lere ait olan bu vazolar, çeşitli Yunan şehirlerindeki atölyelerde üretilmektedirler. Yunan dünyasının klasik döneminde, özellikle M.Ö 500’de Vazo resimleri bir hayli önem kazanmıştır. Bu vazolar bütün İlkçağ dünyasına yayılmış, üzerlerindeki şekillerin zarifliği ve çeşitliliği, inceliği, kompozisyonlarının zenginlik ve uyumuyla dikkatleri çok çekmektedir. Vazo ressamları bazı zamanlarda pano ve duvar ressamlarının da etkisinde kalmıştır. Böylece resim sanatındaki teknikler arası iletişimin örneklerinden de biri ortaya çıkmış oluyor. Perspektif ile gölge-ışık faktörlerine de önem veren M.Ö 5.yüzyıldaki Vazo ressamları, altına imzalarını da atmaktadırlar. Bu vazolardaki renklere vişne kırmızısı, beyaz ve altın yaldız katılarak söz konusu yüzyıl için renkte bir polikronik tavır yakalanmaya çalışılmıştır.
Yunan uygarlığının, M.Ö 4. yüzyıldaki resim sanatı hakkında pek geniş bilgi edinilmemesine rağmen, dekoratif boyutlu büyük panoların yerine küçük ölçüde tabloların yer aldığını söyleyebiliriz. Ateşte yumuşatılmış balmumu özlü boyaların, tahta ya da mermer yüzeyler üzerine uygulandığını görüyoruz. Attika-Tebai ve Sikyon isimli bu yüzyıl resmi için iki ekol bile bulunmaktadır. Fakat bu iki ekolün de akislerini Roma duvar resimlerinde bulmak mümkündür. Yunan hellenistik resim sanatına gelince; bu dönmedeki büyük tablolardan hiç biri günümüze gelmediğinden, gerçek bir fikir üretmek zordur. Fakat İskender zamanının en ünlü ressamı Apelles’tir. Sanatçı, kralın portrelerini yapmakta büyük bir başarı göstermiştir. Başka ressamlarda dönemin büyük savaşlarını tablolar halinde resmetmişlerdir. Bu yönde Pompei’de bulunmuş “İskender Mozayiği” önemli bir örnektir. İssos veya Gavgamela Savaşı’nda, İskender ile Dareios’un karşılaştığını gösteren bu mozaik resim Hellennistik dönemin en büyük şaheseridir. Ayrıca Bergama Kral Sarayları’nda bulunan hayvan ve kuş formlarının yanı sıra natürmort sahneleri de önemlidir. Pompei evlerinin duvarlarını süsleyen mitolojik resimler de Hellenistik izleri taşır.
Hellenizmi kendine miras olarak alan Roma uygarlığının resim sanatına gelince; tamamıyla Yunan resim sanatını tekrarlar. Sıva üzerine yapılan duvar resimleri günümüze kadar gelebilmiştir. Pompei’deki yanardağ kalıntıları kaldırıldığı zaman, duvarları bütünüyle resimle kaplı konutlar ortaya çıkmıştır. Bu sahneler, çoğun din ve mitolojiyle ilgilidir. Perspektif yoktur. Buna rağmen figür oranları doğal hallerinde verilmiştir. Yine renkler çeşitli değildir. Bir esas renk vardır, diğer renkleşmeler de bu rengin valörleşmesiyle elde edilmiştir. Çizginin ön planda olmasına, hacimlerin, özellikle kumaş kıvrımlarının verilmesine dikkat edildiği halde, desenler çok basittir. Daima bir konuya yönelen Roma resim sanatı, natürmort türü resimlere de yer vermiştir. Roma resim sanatının, özellikle Bizans resim sanatıyla kuvvetli ilişkisi olduğunu burada hatırlatmak da gerekiyor. Roma resim sanatında, hem fresko hem de mozaik kullanılmıştır. Roma mozayikleri, daha çok döşeme mozayiği şeklindedir. Roma resim sanatının en güzel örnekleri Pompei’de bulunmuştur. M.Ö II ile M.S I. yüzyıl arasında görülen Pompei resimleri dört üslupta kendini belli eder. 1. Renkli boyalarla, duvarlar mermer kaplanmışçasına taklit edilmiştir. 2. Derinliği olan mimari formların kullanılmıştır. Mitolojik sahneler, kahramanlık hikayeleri, binanın da mimarisine uyan mimari fon içinde bulunmaktadır. 3. Mimari bezeme daha da artmış, adeta bir üslup halini almıştır. 4. Tablo ile mimari arasında ayrılık gözetilmemiş, fantaziyi de aşan, gerçek dışı bir süsleme hakim olmuştur.
Bir başka ilginç Roma şehri de Mezopotamya’da bulunan Dura Europos’tur. Buradaki resimler Hristiyanlıkla ilgili değil, başka dinlerle ilgilidir. Eski Babil inançlarıyla ilgili resimler de vardır. Doğu kıyafetlerine sahip bir grup insan figürü cepheden resmedilmiş olarak gösterilmiştir. İki boyutlu bir düzen hakimdir. Bu düzen, Roma resim sanatına ters bir düzendir.
Hellenizm ile Mısır’da bir resim akımı meydana getirilmiştir. Bunun ismi Fayum resimleridir. Bunlar M.S II.yüzyıla aittirler. Ölü resimleridir. Tabutun üzerine, ölenin resminin yapılıp konulması geleneğinin bu resimler üzerinde oldukça fazla etkisi vardır. Bu resim sanatında yaratılan portrecilik karakteri ileri bir düzeydedir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:15 am | |
| ortaçağda resim Öncelikle Ortaçağ’ın erken dönemlerinde özellikle Batı Roma İmparayorluğu’nu rahatsız eden çeşitli kavimler dikkati çekiyor. Deira ve Bernicia krallıklarının birleşmesiyle meydana gelen bir angl krallığı olan Northumbria, 7. yüzyılda İrlanda manastırlarının etkisiyle gelişti. Fakat bu uygarlığın yazmaları ve bu yazmalar üzerindeki resimsel betimler Erken Ortaçağ resim örnekleri olarak gösterilebilirler. Söz konusu yazmalar İncil yazmalarıdır. Bu resimler, genellikle stilize edilmiş insan figürlerinin yanı sıra geometrik ve birtkisel bir süslemenin farklı stilizasyonlarından örnekleri ortaya koymaktadır. Aziz figürleri, tek olarak cepheden verilebildikleri gibi, çalışırken de gösterilmektedirler. Figürlerdeki anatomik tanımlamalar zayıftır, anlatım ön plandadır. Zaten tek amaç vardır o da hristiyanlığı yaymak. Daha sonra Karolenj, Otto ve Anglo-Sakson dönemlerinin resim sanatı dikkat çekmiştir.
bizans (doğu roma imparatorluğu) resmi Başkenti İstanbul olmak üzere kurulmuş olan Bizans İmparatorluğu, tek tanrılı din toplumudur. Ortodoksluğu temsil eden bu uygarlık, öncesinde Erken dönem hristiyan resim sanatı vardı. Bu resim sanatının ilk örnekleri katokomplarda bulunmuştur. Başta Roma olmak üzere birçok yerde katakompa rastlamak mümkündür. Katakomplar, kat kat oyulmuş mezar şehirleridir. Yolları, ana caddeleri, aralıkları vardır. İçlerinde çeşitli tipte mezarlar bulunmaktadır. Buralarda da Hristiyanların duvar resimleri yaptıkları anlaşılıyor. Bu resimlerde hem dekoratif, hem de dini motifler göze çarpmaktadır. Hatta Hristiyanlığın bazı sembolleri de yer almaktadır. Katokomplarda görülen konulara gelince; Adem ve Havva, Nuh ve Gemisi, İbrahim’in oğlunu kurban etmesi, Musa ile ilgili hikayeler, Kızgın fırına atılmış üç genç (Tanrı heykeline tapmadıklarından fırına atılan ve tek tanrıya inandıkları için yanmayan üç genç), Yunus Peygamber, İsa ile ilgili sahneler-mucizeleri v.d. Bu ve benzeri konular, “Petrus ve Marcelinius Katakompu”, “S.Sebastiano Katakompu”, “Callixtus Katakompu” nda yer almaktadır. Ayrıca bazı erken resim örneklerin bulunduğu tarihi yapılara gelince; bunlar Roma’da bulunan “Santa Costanza”, “Santa Pudenzia “ve “Santa Maria Maggiore” yapılarıdır.
Öncelikle Bizans resminin, üç ana kolda ve evrede geliştiğini söylemek sanırım yerinde olur. Bizans resmi, Abidevi Resim (Mozaik ve Freskolar), Kitap Resimleri (Minyatür) ve Levha Resimleri (İkonalar) olmak üzere bölümlere ayrılır. Yanı sıra Bizans resmi üç tarihi bölümde incelenir. Bunlar; İlk Bizans Devri Resim Sanatı, Orta Bizans Resim Sanatı ve Son Bizans Resim Sanatı’dır.
Erken Devir Bizans Resmi’nin hemen ardından gelen İlk Bizans Resim Devri’nin örnekleri olarak; İtalya’da Ravenna’da bulunan Galla Placidia Türbe binasının resimleri, yine Ravenna’da bulunan “Ortodokslar ve Arienler” gibi Vaftizhaneler’de yer alan resimler, Ravenna’da bulunan “Sant’Apollinare Nuovo” ile “Sant’Apollinare in Classe” kilise binalarının duvar resimleri, Ravenna San “Vitale Kilisesi” nin duvar resimleridir. Söz konusu döneme ait Selanik’te bulunan; “Hagios Georgios” Türbe binası, “Ahiropitos Kilisesi” ve “Hagios Demetrios” Kilisesi’sine ait duvar resimleri önemlidir.
İlk Bizans Devri Resim sanatının hemen ardından, bir ara devir olan olan “İkonaklazma “ gelmektedir. Bu devirde Bizans’ta bir resim yasağı uygulanmıştır. Bu devrede yalnız haç formunun kullanımına izin veriliyordu. İkonaklasistler, kiliselerdeki bütün Meryem ve İsa resimlerini tahrip ediyorlardı. Bu devirde sanat daha hellenistik ve dindışı idi. Aynı zamanda dekoratifdir de. Kudüs’te “Kubbetüs Sahra” da, Şam’da “Emeviye Camisi” nde, bir Emevi Sarayı olan “Kuseyr-Amra” da, yer alan bazı resimler bu devirden kalmadır.
İkonaklazma Devri’nin hemen ardından gelen Orta Bizans Devri’nin resim sanatına geçmeden önce, Orta Bizans Devri Sanatı’nın ana özelliklerinin neler olduğuna bir göz atalım isterseniz. Söz konusu devir sanatı içinde, bir yüzyıldan beri süregelen kanlı mücadeler sonucunda, kilisenin mücadeleden galip çıkmasıyla kilise, sanatı artık kendi egemenliği altına alıyordu. Öyleki bir Orta Bizans Kilisesi’nde hangi resmin nereye asılacağı belli hale geliyordu. İlkçağ’ın kurallarını sonraki yüzyıllara aktarmakla görevli bir devir Orta Bizans Devri... Burada yeri gelmişken söylemek gerekirse; “Başkent Üslubu” dediğimiz tarz, hellenistik ve ilkçağdan alınma bilgileri kullanıyordu.Yanı sıra “Taşra Üslubu” diye nitelendirilen bir diğer resim üslubu ise; doğrudan doğruya dini konuları kullanarak seyirci üzerinde etki bırakmayı amaçlıyordu. Bu üslup daha çok bazı eyaletlerde görülürdü. İlki resmi, büyük bir sanattır. İkincisi ise; manastır sanatıdır, daha dar bir çerçeveye sahiptir. Orta Bizans Kiliseleri’nin plan tipi haç tipi olarak saptanmıştır. Haç planlı bir yapıda, her bölüm bir bir semboldür. Orta Bizans Devri’ne uygun en net örnekler olarak; Atina’daki “Daphni Manastır Kilisesi”, Yunanistan’daki “Hosios Lukas Manastır Kilisesi”, Sakız Adası’ndaki “Nea Moni Manastır Kilsesi” dir. Orta Bizans devri resimleri içinde tek tek panolar halinde resimlerin yer aldığı kiliselere örnek olarak; İstanbul’daki “Ayasofya”, İznik’teki “Koimesis Kilisesi” mozaikleri verilebilir. Yanı sıra, Orta Bizans Devri’ne ait fresko resimler de vardır. Bunlar ise; Selanik’teki “Panaghia Kalkeon Kilisesi”, Rusya’daki “Nerediça Kilisesi”, Orta Anadolu’da bulunan “Kapadokya” bölgesindeki fresko resimlerdir.
Son Bizans Devri Resim Sanatı örneklerine gelince; bu devirde resim sanatında bir yenilik başlar. İlkçağ gelenekleri birdenbire üste çıkar. Mozaik sanatı pek yaygın değildir. İstanbul’da birkaç yapıda ( Ayasofya ve Kariye Müzeleri’nde, Fethiye, Vefa Kilise Camileri’nde) dikkati çekmiştir sadece. Bizans maddi çöküntü içinde bulunduğundan, mozaik yerine freskoya yönelinmiştir. Fresko resimler ise; İstanbul’da “Kariye Müzesi” nde, Sultanahmet’te bulunan “Eufemia Martyrionu” nda bulunmaktadır.
Bizans’ta bir de döşeme mozaik resimler bulunmaktadır. Erken örnekler olarak; Filistin’de bulunmuş olan ”Orpheus Mozayiği”, 1890’lara doğru ortaya çıkarılmış olan “Madaba Haritası “ isimli mozaik, “Kemgöz” Mozayiği, Paris Louvre Müzesi’nde bulunan “Mevsimler” Mozayiği ve “İstanbul Büyük Saray Mozaikleri” dir. Orta Bizans Devri’ne ait döşeme mozaikleri ise; en zengin örnek olarak İstanbul “Zeyrek Kilise Camisi” nde dikkat çeker. Demre’de bulunan “Noel Baba Kilisesi” döşemesi, “İznik Ayasofyası “ döşemesi de ayrıca verilebilecek örneklerdir. Son Bizans Devri Döşeme Mozaikleri’ne örnek olarak da, “Trabzon Ayasofyası “nın döşeme mozaikleri verilebilir.
Bizans sanatının bir önemli kolu da minyatürlerdir. Bu minyatürlerde, İlkçağ’ın yaşanması sağlanıyor. Minyatürler, el yazmalarında karşımıza çıkıyor. İki tür el yazması var. Biri tomar şeklinde olanlar, bunlara “Rotulus” deniliyor. Diğeri ise; kitap şeklinde olanlar ki bunlara “codex” ismi veriliyor. Rotuluslarda, minyatür kenarlarda, Codexlerde ise; ya tam sayfa olarak, ya da kenarlarda, satır aralarında, ufak yüzeylerde veya sayfaların altında çerçevesiz olarak yer alıyor. Dini kitaplar; mezmurlar, menologionlar (ortodoks kilise takvimleri), synaksarionlar (menkıbeler, aziz yaşamları), inciller olarak dikkati çekerlerken, dini olmayan kitaplar ise; Tarihler, bilim kitapları, özellikle tıp kitapları, fermanlardır | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:16 am | |
| romanesk resim 4-10 yüzyıllar arasında Batı’da Barbar Kavimlerin ağırlığı hissediliyor. Roma İmparatorluğu’nun parçalanmasından hemen sonra, Batı Roma bu kavimlerin istilasına uğruyor. Böylece ortaya krallıklar çıkıyor. Bu krallıklar bir anlamda bugünkü Avrupa ülkeleri olarak bilinen, Fransa, Almanya, İngiltere vd’nin temelleridir. Bu krallıklar döneminde özellikle daha çok küçük el sanatları ilerleme gösteriyor. Geneli itibariyle 10-12. yüzyıllar arası Romanesk Devir olarak bilinir. Bu devir resim sanatının durumuna gelince; 12. yüzyılın en büyük allegori ressamlarından biri olan Honorius Augustodunensis’e göre resim, eğitmek, aynı zamanda geçmişin önemli olaylarını anımsatmak, yanı sıra güzelleştirmek ve estetik bir coşku yaratmak amacını taşımıştır. Yararlanılan resim teknikleri arasında ilk sırayı duvar resmi alıyordu. Anıtsal heykelciğin tersine, duvar resminin büyük bir geçmişi vardı. Buna rağmen eldeki olanaklar, eskiden olduğu gibi, kilisenin tüm duvarlarını süslemeye elverişli bulunmuyordu. Öncelikle kiliselerin kutsal mekanları olan ve kilisenin doğusunda bulunan apsis süsleniyordu. Bunlar dirilen İsa’yı yücelten sentetik nitelikteki kompozisyonlardı. Duvarları mozaikle kaplama yöntemi bu devirde Batı’da tamamen bırakılmıştır. Bu uygulamaya yine de bir özlem duyuluyordu. Belki de bu özlem sonucu sanatçılar vitray çalışmalarına yönelmişlerdir.
Vitray’ın aydınlatma işlevi, ışığı güzelliğin temel ilkesi, hatta güzelliğin kendisi olarak kabul eden felsefi ve dinsel bir anlayışın hizmetine girmesini sağlamıştır. Vitray, tanrının yeryüzündeki en açık seçik belirtisi, Tanrı simgesinin ta kendisiydi. Yanı sıra, Ortaçağ estetik anlayışında vitray, renkli ve yarısaydam niteliğiyle, değerli taşlara benzetilmiştir. Roma geleneğinin sürdürüldüğü bazı yerlerde döşeme mozaik resimlerine bile devam edildi. Bu döşeme mozaikleri, kimi zaman iddialı ikonografiler bile ortaya koyuyordu. Karşı çıkılmasına karşın, bu döşeme mozaiklerinde yer alan sahnelerin ayaklar altında çiğnenmesinde hiç bir sakınca görülmedi. Kiliselerin kutsal kısımlarında yer alan mobilyalar da, en az diğer resim alanları kadar önemlidir. Bunların içinde de en önemli formları Baldakenler meydana getirmektedir. Kilise resmi ise; İtalya ağırlıklı idi. Fransa ve Almanya’da fazla gelişmemişti. Ressamlar yazma eserlerdeki sahneleri örnek olarak kullanıyorlardı. Renkler dümdüz kullanılıyor, gölge ve ışık unsurlarına yer verilmiyordu. Işık gösterimleri için beyaz, gölge gösterimleri için ise; gri kullanılıyordu. Çok çeşitli renk değerlendirilmiyor, birkaç renge dayanan resimler yapılıyordu. Doğa etüdü ise hiç yapılmıyordu. Figür yerleştirimi, mimari formlardan geriye kalan boşluklara göre ayarlandığından, bir yapaylık vardı. Çizgi ve renk perspektifi yoktu. Bazı figürlerin küçük yapılması perspektif kaygısından değil, büyük figürlerin daha önemli olduklarından kaynaklanmaktaydı.
gotik resim Gotik resme gelince, 13.yüzyılın başlarında belirginlik kazanmaya başladığı söylenilebilir. Zaten geneli itibariyle Gotik,13-15.yüzyıllar arasında süregelen bir sanat dönemi olmuştur. Hem uluslararası olmayı başarmış, hem de Rönesans resminin yolunu açmıştır. Vitray ve tezhip resimleri vardır. Bu resimlerin farklı üsluplar ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. 13.yüzyılın ortalarında Paris’te bir zerafet arayan kuru bir atmosfer, Almanya’da çok hareketli bir üslup (Zackenstil), İngiltere’de ise; ince ayrıntılarla pitoresk olanı ustaca bir arada kullanan bir üslup göze çarpmaktaydı. 13.yüzyıl sonunda İtalya’da oluşan iki okul ve onun ressamları dikkat çekmeye başlamıştır. Bunlar, Floransa ve Siena Okullarıdır. Floransa okulu, başını ressam Cimabue’nin çektiği bir okuldu. Yanı sıra bu okulun en önemli temsilcisi kuşku yokki Giotto idi. Bu okulun, adeta çıkış kaynağı olan Cimabue’nin resimleri ise; kuvvetli bir şekilde Bizans resminin etkisindeydi. Birbiri üzerine yığılan figürler, mekan duyarlılığının minimum gösterisi, yüzlerdeki birbirine benzerlik dikkati çeken resimsel özelliklerdir. Sonrasında Giotto ile resim sanatına bir kapı açılmış, bununla beraber psikolojik anlatım, jest ve mimiklerdeki duyarlılık, mekan arayışının izleri, ışık gölge yönündeki bulgular resmin içine girerek dikkati çekmiştir.
Sanatçının, bakışlar diyalektiği de önemli bir özelliği olarak belirmektedir. Çünkü bu özelliğiyle mekan tutarlılığını daima yanında taşımıştır, Giotto. Floransa Okulu’na karşı kulvarda gelişen Siena Okulu’nun başını ise; Duccio çekmektedir. Sanatçının dışında bu okulun izlerini taşıyan bir başka sanatçı da Simone Martini’dir. Bu okulun sanatçıları, Bizans resminin dinsel oluşumlarına açık kalmış ve bu oluşumları kendilerine göre bir idealizasyona da yöneltmişlerdir. Bütün bu sayılagelen sanatçılarla İtalya’nın resim sanatı yönünde önemi çok artmıştır. Pano resim, büyük sunak resimleri, küçük diptikler (iki kanatlılar) ve portre resmi 14.yüzyılda büyük bir yol katetmiştir. Gotik sanatın uluslararası bir kimliğe bürünmesi ise, 1400 yıllarına doğru olmuştur. Uluslararası Gotik sanatın çokça temsilcisi vardı. Bunlar, Limburg Kardeşler, Gentile da Fabriano, Benozzo Gozzali gibi isimlerdir. Bunlardan Dük Berry için minyatürler yapan Limburg Kardeşler ve özellikle Floransa Santa Trinita Kilisesi’nde bulunan “Krala Tapınma” resmiyle de (1423) Gentile da Fabriano dikkatleri çekmiştir. Bu ressamların malzeme olarak pigment boyaları kullanmaları da önemlidir. Uluslararası Gotik resim, yapay bir zerafeti devam ettirmekle birlikte, yeni buluşları da beraberinde getirdi. 15.yüzyılda doğayı gözlemlemedeki titizliliği, seçtiği parlak ve canlı renklerle Batı Avrupa’yı da etkileyen Flaman resminin (Eyck Kardeşler, Roger van der Weyden, Hugo van der Goes) yanı sıra, özellikle Fransa’da Fouquet, cesaretli düzenlemeleri ve ışıklı mekanlarıyla, kuzeyli ustalarla boy ölçüşebilecek bir sanatçıydı. Fakat 15.yüzyılda İtalya, perspektif yorumunu alt üst ederek ve figürlü tasvirlere yeni oran ve ilkeler getirerek Avrupa resmine egemen olmuştur.
Gotik dönemde dikkati çeken ve resimsel değer de taşıyan Vitray ve Duvar Halı ressamlığı ayrıca dikkat çekmiştir. Gerek pencere olgusunun Gotik mimaride artması, gerekse Romenesk dönemin katı grafizminden kurtulmak için, vitray sanatı Gotik’te çok gelişmiştir. Duvar halı sanatı da bir resimsel tür olarak belirmekle önemlidir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:17 am | |
| türk resmi Özellikle 1300-1453 yılları arasındaki Türk resmi, minyatür sanatı olarak bilinen kitap ressamlığı üzerine kurulmuştu. Fakat 12-13.yüzyıllara ait Türk minyatür sanatının, zamandaşı İslam dünyası minyatürleri ile bir üslup benzerliğine yönelmiş olması önemlidir. Selçuklu devri minyatürleri, astronomi, tıp, botanik ile ilgili eski metinleri, eski bir aşk hikayesini, doğa üstü cinli, perili masalları canlandırmıştır. Kaynaklardan, 15.yüzyıl başlarında Osmanlı Sarayı’nda minyatür ustalarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemde minyatür sanatçısı olarak Bursalı Hüsamzade Sunullah’ın ismi geçer. En erken tarihli Osmanlı minyatürleri Fatih devrine aittir. Bu dönemdeki Türk sanatçılarından biri de Sinan Bey’dir. Bir başka minyatür ustası ve Sinan Bey’in öğrencisi olduğu bilinen Siblizade’nin eserleri bugüne gelmemiştir. Fatih devrinden, bugün Paris Milli Kütüphane’de bulunan Sabuncuoğlu Şerafettin tarafından derlenen, “Kitab-ı Cerrahiye-i el Hakaniye” 1465 tarihli olup, basit resimlerle hastalık tedavilerini göstermektedir. Fatih döneminde yurtdışından gelen ressamlar, o öldükten sonra gelmemiştir. II Bayezıd döneminde saraya İran’dan ve Mısır’dan minyatür ustaları davet edilmiştir. Badieddin el Tebrizi’nin “Dilsuzname” isimli eseri bu döneme en iyi örneklerden biri olarak gösterilebilir. Hatta bu eserde Şiraz üslubu kullanıldığı ve özellikle Bayezıd dönemi Edirne’sinde Şiraz üslubunun revaçta olduğu bilinmektedir. Topkapı Sarayı’nda bulunan “Külliyat-ı Katibi” albümündeki minyatürlerde de Şiraz etkisi görülmektedir. Bu minyatürlerde konu olarak; sultanın maiyetiyle eğlenmesi, Sultanın meclisi gibi konular işlenmiştir. Bugün Venedik’te Biblioteca Marciana’da bulunan Ahmedi’nin “İskendername” isimli eserinde gerek gerçekçi üsluplar, gerekse renk armonisi bakımından Türk minyatürünün, klasik dönemine girmesinde Edirne’nin önemli bir yeri olduğunu anlayabiliriz.
rönesans resmi Yeniçağ’ın ilk sanat dönemi olma özelliğini taşıyan Rönesans; iki bölümde incelenebilir. Bunlardan biri, salt “Rönesans Resmi” başlığı altında, diğeri ise, “Yüksek Rönesans Resmi” olarak ele alınabilir. Söz konusu dönemin resmi, heykel ve mimariyle beraber üç açılımlıdır. Fakat bütünüyle Rönesans sanatını, dolayısıyla resmini algılayabilmenin en sağlam yolu, her sanat döneminde olduğu üzere; toplumsal gelişmeleri de irdelemeye çalışmaktır. Bu irdelemeyi 19.yüzyıldan beri yapılan araştırmalar temellendirir. Bu çalışmalar içinde önemlilerinden ikisi, Jacop Burckhardt ve Jules Michelet’in yaptığı çalışmalardır. Rönesans resmi, 14-16 yüzyıl arasında meydana gelmiş olup, İtalya’da ortaya çıkmıştır. Rönesans, Gotik ile Barok arasındaki dönemdir. Geneli itibariyle Rönesans ressamları, resimde o güne dek gelişmemiş olan özellikler üzerinde durdular. Bunların başlıcaları, duyarlı ve sağlam mekan arayışı, gerek çizgisel, gerekse renksel perspektifi sorgulamak, temasal boyutlar, portre olgusuna bakış, mitolojik resim ve diğerleridir. Aslına bakılırsa, mesela perspektifi sorgulayan ve önemli temeller ortaya atan kişi mimar Brunelleschi (1377-1446) olmuştur. Resim yüzeyi, illüzyon ve bunun yanına bir de mekan derinliği getirilince, Rönesans resminin özelliği ortaya çıkmaya başladı. Rönesans resminin dikey ve yataylara bağımlı kaldığını söyleyebiliriz. Hatta bu dikey ve yatayların mücadelesi şeklinde bir konstrüksüyonla belirginlik kazandığından bahsedebiliriz. Gerek figürler gerekse objeler, Rönesans resmi içinde tamamen nesneldiler. Pencereden görünen bir görüntünün, tıpkısına uyan bir özellikte gelişen resim çerçeveleşmeleri söz konusu idi. Rönesans’da düzlemsel olan Avrupa resmi, derinliği sorgulamaya henüz hazır değidi. Ayrıca resim kapalı bir konstrüksüyon meydana getirdiğinden, bu ancak resmin sağında, solunda, üstünde ve altında kompozisyonun devam etme isteğinden kaynaklanan bir hisseddilişle açılımlanabiliniyordu.
Özellikle Floransa’da bir sanatçı Masaccio, sağlam mekan ve bu mekanlara yerleştirdiği tutarlı figürleriyle çok dikkat çekmiştir. Sanatçı Giotto’nun devrettiği resim sanatını, belli bir karizmaya ulaştırmıştır. Peşi sıra gelen Fra Angelico, Pierro Della Françeska, Paolo Uccello, Sandro Botticelli, Andrea Mantegna, Domenico Ghirlandaio da çok dikkati çekmiştir. Özellikle İtalya’da bu ressamlarla beraber atölyecilik ve bu atölyelerde verilmeye başlanan sistematik anatomi öğretileri epey bir önem taşır. Duvar resminden (fresko ve mozaik), tempera tekniğine ( yumurta akı+boyar madde+zamk), buradan da yağlıboyaya geçen resim sanatı, ilginç olan bu aşama atlamalarını Rönesans resminde gerçekleştirmiştir.
Rönesans resminde dikkat çeken bir başka boyut da Mitoloji Temasıdır. 15. yüzyıl başlarken başvurulan resim konularından birini de antik dünyanın çok tanrılı din olgusu sonucunda ortaya çıkan mitoloji oluşturur. Dini resimlere giremeyen çıplaklık, mitolojik temalar sayesinde resme girebilmiştir.Mitolojik temalar içinde işlenen hristiyanlık sembolleriyle ilginç bir senteze de yönelinmiştir. Adem ve Havva öyküsüne paralel, mitolojide de Venüs ve Mars’ın ilişkileri dile getirilmeye çalışılmıştır. Floransa’da 15.yüzyılda, ressamlar yeni teknikler bulup çıkarana kadar, kilise mekanlarında görülen resimlerin çoğu fresko oluşumlardır. Olağanca güçleriyle fresko resimleri yapan bu sanatçılar, gerçekçi bir gözle yapılmış kilise binaları içinde, gerçekçi çizgilerle dikkat çekmişlerdir. Freskolar böylece ilginç ve o denli de plastik görme alanları meydana getirmişlerdir. Direkt boyalarla duvara yapılan fresko resimlerinin en ilginç örneklerinden birini, Andrea Mantegna’nın Mantua’da “Ducale Sarayı” na 1465-74 yılları arasında yaptığı freskoları örnek gösterilebilir. Yine Domenico Ghirlandaio’nun Floransa’da 1480 yılına tarihlenen “Son Akşam Yemeği” freskosu da bu yönde önemlidir.
15.yüzyılda Floransa’da bir de portre ressamlığı çok dikkati çekici boyutlara gelmiştir. Söz konusu portrelerde karakterler baş, biraz da gövdenin profilden gösterilmesiyle ele alınmıştır. Daha çok stereotiplemelerin görüldüğü portrelerde bayan portreleri de bir hayli revaçta idi. 15. yüzyılın ikinci yarısında ise, ¾ profilden portreler daha ön plana çıkmıştır.
Venedik ve Yukarı İtalya’da ise durum daha farklı idi. 14 ve 15. yüzyıllarda Venedikli ressamlar daha çok Gotik resim formlarıyla içli dışlıydı. Venedik Yukarı İtalya’nın sanat merkeziydi. Dinsel olgunun sanata yansıtılmışlığı önemli idi. Venedikte 15 yüzyılda bir resim okulu vardı. Bu dönemin güçlü isimlerinden biri, Carlo Crivelli idi. Zerafete dayalı ve keskin süslemecilikten yana bir sistem geliştirmişti.
Rönesans resmi içerisinde, Kuzey Avrupa’daki duruma gelince; burada Hollanda’nın bir merkez teşkil ettiğini söyleyebiliriz. 15.yüzyıl Hollanda ressamları için, teknik anlamda, çizgisel perspektifin önemi büyüktü. Teknik olguya büyük bir katkı olan yağlıboya kavramını bulup ortaya çıkaran da bu dönem içerisindeki ressam Jan van Eyck olmuştur. Hollanda’nın o günlerdeki sanatına hakim olan naturalizmi Jan Van Eyck ile değil, çok daha önce, Gotik’in içinden doğarak meydana gelmiştir. Naturalizm, 14 ve 15. yüzyıl Fransız saraylarında, İtalyan sanatından gelen çeşitli etkilerle karışarak gelişiyor. Eyck Kardeşler’in sanatında da son şeklini alıyordu. Eyck Kardeşlerden küçüğü olan Jan, “Arnolfinilerin Düğünü” isimli resmiyle birçok yeni şeyi ortaya koyuyordu. Mesela sanatçı, ilk defa ve belirgin bir biçimde kendini de böyle anlık bir olaya muhatap ediyordu. Bunun da en belirgin kanıtı, resmin arka planında olan ayna idi. Kuzeyli bu sanatçı hemen hemen bütün Kuzeyli Rönesans ressamları gibi, ayrıntı ve detaya inmeyi ve bunu resimlerinde belgelemeyi çok seviyordu. Yanı sıra dinsel mistiklik daha zor terkediliyor, Kuzeyde... Bir de fotogerçekçi vurguları çok kullanıyorlar. Anlık (illüzyonist) hareketleri benimsiyorlar.
Kuzeyli ressamlarda, dini temalara gelince; bu tarz resimlerde dinin bir kisve anlayışından çok, sosyal birer kişilik ve ortam sanısını alacağımız resimlerle karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü dinselliğin bıraktığı iz kadar, dini resimlerde, en az dinsellik kadar başka izler bırakan özelliklere de rastlanıyor.Mesela, mekan, perspektif, sosyal bina ve kişilerin gösterilmesi gibi... Bir dinsel resmin arka planı sıradan bir arka plan olsun diye olmuyor, tam tersine en az resmin ön planında gerçekleşen dini sahnenin kendisi kadar dikkat çekmeye başlıyordu. Jan van Eyck’in bir “Havva” resmine bakılacak olunursa, bu kişiliğin bile resimsel misyon olarak çok farklı olduğunu anlayabilirsiniz.Çünkü gözlem gücü ve figüre yüklenen kişilik işin boyutunun salt dinsel olmadığını anlamamızı sağlar.
Kuzeyde portre ressamlığına gelince; bu resimler, ya ¾ profilden ya da yarımfigür resimleridir. Bu resimlerde, bakışlar belli bir noktaya çok mat olarak dikilmiş, belirli bir ifadenin dışavurulduğu anı ortaya koyar. Fakat kostümlere bakılınca, bunların çok gerçekçi bir gösterimle verildiğine vurgu yapabiliriz. Hatta kuzeyin o detaycı yaklaşımının portresi yapılanda bile devreye girdiğini söyleyebiliriz. Yanı sıra bir de Dinsel kişi- Hayırsever kişilerin resimleri yapılmaktadır, kuzeylilerde... Burada da söz konusu kişilikler kendileriyle ilgili hareketler içindedir. Burada mekan içinde değerlendirildikleri taktirde bu tip resimlere erken Janr (Genre) örnekler diyebiliriz. Bu resimlerde mekanın da ayrıntıları ve izleyicide uyandırdığı etkiler son derece önemlidir.
15. yüzyılda Almanya’da, meister (usta) kavramının çok büyük yeri vardır. Meryem veya kutsal din adamlarının resimlerini yapan ustalar belirmiştir. Köln Resim Okulu çok önemlidir. Bu okulun değerli isimlerinden biri; Stephan Lochner’dir. Onun Köln’deki işlerinden, “Üç Kralın Altarı” ve “Katedral Resimleri” çok tanınırlar ve bugün Köln Katedrali’nde bulunurlar. Alman Rönesans’ın en dikkat çekici resimsel türü, baskı resimdir. Baskı ressamlarının yaptıkları, kitap resmi veya pano resimlerde kullanılmıştır. Rönesans’ın bu yöndeki en değerli ismi, Albrecht Dürer’dir. Sanatçının baskıları ahşap ve metal baskı olarak karşımıza çıkar. Konu olarak dönem içindeki protestan ve Katolik savaşını kendince resimleyen Dürer, Apokalipsi İllüstrasyonları’nı meydana getirmiştir. Bu yönde bir başka sanatçı da Martin Schongauer’dir.
yüksek rönesans resmi İtalya’da bu dönemin en güçlü sanatçıları, Venedik dışında tabii ki Leonardo’da Vinci, Michelangelo ve Raphael olmuştur. Bu sanatçılar başlıbaşına bir okuldur da... Bu sanatçıları yetiştiren hocalarının da bu sanatçılar kadar göze çarptıkları dikkati çeker. Bu aşamada, Leonardo’nun hocası ;Verrocchio, Michelangelo’nunki; Ghirlandaio, Raphael’inki ise; Perugino olmuştur.
Öncelikle Leonardo Da Vinci’ye bakacak olursak; ustası Verrocchio’nun atölyesinde çıraklık devrini geçirdikten sonra, Milano’ya gitmiş, orada 16 yıl kalmıştır. Leonardo’nun anatomi alanında yapmış olduğu çalışmalarla çok tanınmış olması, yanı sıra mekanikten, fiziğe, botanikten zoolojiye ve diğer alanlara kadar yapmış olduğu büyün çalışmalar, ona üniversal bir kişilik kazandırmıştır. Sanatçının zamanında ünlü bir anatomi hocası olan Della Torre ile tanışması ve birlikte hazırladıkları İnsan Anatomisi kitabı için, Leonardo’nun kırmızı tebeşirlerle çizdiği eskizler, tıp tarihinin ilk anatomi desenleri olmuştur. Sanatçının Milano’da yaşadığı yıllarda mimarlıkla da uğraştığını biliyoruz. Fakat yaptığı çizimlerin hiç biri uygulanmamıştır. Leonardo, Floransa’ya döndüğü bir keresinde 1502 yılında “Mona Lisa” isimli ünlü portresini yaptı. Bu eseri bugün Paris Louvre Müzesi’ndedir. Yüksek Rönesans’ın diğer iki ressamından biri, Raphael henüz yetişme çağında olup sanatçıya tapardı. Michelangelo ise; kıskandığı halde hayranlığını gizleyememiştir. 1500-1505 yılları arasında, morga giderek cesetler üzerinde uygulamalarda bulundu. Böylece ölümün donuk maviliğini keşfetmiş oldu. Milano’da iken ele aldığı insannın uçması problemini tekrar ele aldı. Hidroloji hakkında bir kitap yazdı. Kardinal tarafından 1513 yılında Roma’ya davet edildi, burada aynalarla ve optik arayışlar içinde araştırmalarına devam etti. Boya kimyası yönünde çalışarak, yüzyıllar boyunca dayanacak dayanaklı boyaları ortaya çıkarmaya başladı. Hatta Roma’da “Resim Sanatının Anahtarları” isimli bir kitap yazdı. Sanatçının hatıra defterinden 1517 yılında Fransa’da bulunduğunu anlıyoruz. Fransa’da I. François devriydi ve Cloux şatosuna gelir gelmez, sanatçıya “Kralın Başressamı, Mimarı ve Teknik Uzmanı” adı verildi. Zaten sanatçının yaşamı Fransa’da son bulmuştur.
Bir diğer Yüksek Rönesans sanatçısı da Michelangelo’dur. Sanatçı 1488 yılında Floransa’da Domenico ve David Ghirlandaio’nun atölyesine girdi. Bu atölyeden, fresko tekniği öğrendikten hemen sonra ayrıldı. Sanatçının amacı heykel sanatçısı olmaktı. Floransa Dükü Lorenzo de Medici ile tanıştı. İşte bu noktada şansı da açılmaya başlamıştı. Michelangelo, Mediciler’in kurdukları “Bahçe Okulu” na devam etti. Medici Sarayı o günlerde gerçekten her türden bilim adamlarının katıldığı tam bir Kültür Merkezi idi. İşte o günlerde ressam olarak hoşlandığı sanatçı da Masaccio olmuştur. O da Leonardo gibi anatomiye merak sardı ve Mediciler’e gelip giden bir cerrahın peşine takılarak cesetler üzerinde çalışmaya başladı. Rönesans İtalyası’nda tıp ile plastik sanatlar eşit kulvarda idi. Lorenzo De Medici öldükten hemen sonra, bir diğer Medici’yi pek sevmeyen Michelangelo, önce Venedik’e sonra da Bologna’ya gitmiştir. Bologna’da Jacopo della Quercia ismindeki heykel sanatçısıyla karşılaşır. İşte heykel yönünde, sanatçının dönüm noktası da buradadır. Sanatçının daima yeni olanı araması ve hareketliliği, Leonardo’ya da benzemekteydi. 1495 yılında yeniden Floransa’ya döndü. Sonrasında da Roma Kardinali’nden aldığı teklifle Roma’ya gitmiştir. Onun ilk Roma seyahati 1496-1501 yılları arasına rastlar. Sanatçının ressamlığını tam olarak algıladığımız resimler, Vatikan’da bulunan Sixtin Şapel’de yapılmış olan resimlerdir. Sanatçı bu resimlerini fresko teknikli olarak, bizzat yanına hiç bir yardımcı da almadan meydana getirmiştir. Bu resimlerdeki konular ve buna bağlı bütün insanlar, kutsal kitaptan alınmıştır. Figürlerin anatomileri ise bir hayli abartılıdır. Değişik bir figür anatomisini kullanmış olan Michelengelo, bu yönde de bir öncülük yapmıştır. Ayrıca şapelin apsis duvarına yaptığı mahşer sahnesiyle hem dikkat çekmiş, hem de maniyerizm resminin de öncüsü olmuştur. Sanatçının, heykel sanatçılığı ve ressamlığının dışında, bir başka yönü de mimarlığıdır. İşte böylece 1564 yılında ölen sanatçının da bir üniversal kimlik taşıdığını söyleyebiliyoruz. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:18 am | |
| Özellikle Floransa’da bir sanatçı Masaccio, sağlam mekan ve bu mekanlara yerleştirdiği tutarlı figürleriyle çok dikkat çekmiştir. Sanatçı Giotto’nun devrettiği resim sanatını, belli bir karizmaya ulaştırmıştır. Peşi sıra gelen Fra Angelico, Pierro Della Françeska, Paolo Uccello, Sandro Botticelli, Andrea Mantegna, Domenico Ghirlandaio da çok dikkati çekmiştir. Özellikle İtalya’da bu ressamlarla beraber atölyecilik ve bu atölyelerde verilmeye başlanan sistematik anatomi öğretileri epey bir önem taşır. Duvar resminden (fresko ve mozaik), tempera tekniğine ( yumurta akı+boyar madde+zamk), buradan da yağlıboyaya geçen resim sanatı, ilginç olan bu aşama atlamalarını Rönesans resminde gerçekleştirmiştir.
Rönesans resminde dikkat çeken bir başka boyut da Mitoloji Temasıdır. 15. yüzyıl başlarken başvurulan resim konularından birini de antik dünyanın çok tanrılı din olgusu sonucunda ortaya çıkan mitoloji oluşturur. Dini resimlere giremeyen çıplaklık, mitolojik temalar sayesinde resme girebilmiştir.Mitolojik temalar içinde işlenen hristiyanlık sembolleriyle ilginç bir senteze de yönelinmiştir. Adem ve Havva öyküsüne paralel, mitolojide de Venüs ve Mars’ın ilişkileri dile getirilmeye çalışılmıştır. Floransa’da 15.yüzyılda, ressamlar yeni teknikler bulup çıkarana kadar, kilise mekanlarında görülen resimlerin çoğu fresko oluşumlardır. Olağanca güçleriyle fresko resimleri yapan bu sanatçılar, gerçekçi bir gözle yapılmış kilise binaları içinde, gerçekçi çizgilerle dikkat çekmişlerdir. Freskolar böylece ilginç ve o denli de plastik görme alanları meydana getirmişlerdir. Direkt boyalarla duvara yapılan fresko resimlerinin en ilginç örneklerinden birini, Andrea Mantegna’nın Mantua’da “Ducale Sarayı” na 1465-74 yılları arasında yaptığı freskoları örnek gösterilebilir. Yine Domenico Ghirlandaio’nun Floransa’da 1480 yılına tarihlenen “Son Akşam Yemeği” freskosu da bu yönde önemlidir.
15.yüzyılda Floransa’da bir de portre ressamlığı çok dikkati çekici boyutlara gelmiştir. Söz konusu portrelerde karakterler baş, biraz da gövdenin profilden gösterilmesiyle ele alınmıştır. Daha çok stereotiplemelerin görüldüğü portrelerde bayan portreleri de bir hayli revaçta idi. 15. yüzyılın ikinci yarısında ise, ¾ profilden portreler daha ön plana çıkmıştır.
Venedik ve Yukarı İtalya’da ise durum daha farklı idi. 14 ve 15. yüzyıllarda Venedikli ressamlar daha çok Gotik resim formlarıyla içli dışlıydı. Venedik Yukarı İtalya’nın sanat merkeziydi. Dinsel olgunun sanata yansıtılmışlığı önemli idi. Venedikte 15 yüzyılda bir resim okulu vardı. Bu dönemin güçlü isimlerinden biri, Carlo Crivelli idi. Zerafete dayalı ve keskin süslemecilikten yana bir sistem geliştirmişti.
Rönesans resmi içerisinde, Kuzey Avrupa’daki duruma gelince; burada Hollanda’nın bir merkez teşkil ettiğini söyleyebiliriz. 15.yüzyıl Hollanda ressamları için, teknik anlamda, çizgisel perspektifin önemi büyüktü. Teknik olguya büyük bir katkı olan yağlıboya kavramını bulup ortaya çıkaran da bu dönem içerisindeki ressam Jan van Eyck olmuştur. Hollanda’nın o günlerdeki sanatına hakim olan naturalizmi Jan Van Eyck ile değil, çok daha önce, Gotik’in içinden doğarak meydana gelmiştir. Naturalizm, 14 ve 15. yüzyıl Fransız saraylarında, İtalyan sanatından gelen çeşitli etkilerle karışarak gelişiyor. Eyck Kardeşler’in sanatında da son şeklini alıyordu. Eyck Kardeşlerden küçüğü olan Jan, “Arnolfinilerin Düğünü” isimli resmiyle birçok yeni şeyi ortaya koyuyordu. Mesela sanatçı, ilk defa ve belirgin bir biçimde kendini de böyle anlık bir olaya muhatap ediyordu. Bunun da en belirgin kanıtı, resmin arka planında olan ayna idi. Kuzeyli bu sanatçı hemen hemen bütün Kuzeyli Rönesans ressamları gibi, ayrıntı ve detaya inmeyi ve bunu resimlerinde belgelemeyi çok seviyordu. Yanı sıra dinsel mistiklik daha zor terkediliyor, Kuzeyde... Bir de fotogerçekçi vurguları çok kullanıyorlar. Anlık (illüzyonist) hareketleri benimsiyorlar. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:19 am | |
| Kuzeyli ressamlarda, dini temalara gelince; bu tarz resimlerde dinin bir kisve anlayışından çok, sosyal birer kişilik ve ortam sanısını alacağımız resimlerle karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü dinselliğin bıraktığı iz kadar, dini resimlerde, en az dinsellik kadar başka izler bırakan özelliklere de rastlanıyor.Mesela, mekan, perspektif, sosyal bina ve kişilerin gösterilmesi gibi... Bir dinsel resmin arka planı sıradan bir arka plan olsun diye olmuyor, tam tersine en az resmin ön planında gerçekleşen dini sahnenin kendisi kadar dikkat çekmeye başlıyordu. Jan van Eyck’in bir “Havva” resmine bakılacak olunursa, bu kişiliğin bile resimsel misyon olarak çok farklı olduğunu anlayabilirsiniz.Çünkü gözlem gücü ve figüre yüklenen kişilik işin boyutunun salt dinsel olmadığını anlamamızı sağlar.
Kuzeyde portre ressamlığına gelince; bu resimler, ya ¾ profilden ya da yarımfigür resimleridir. Bu resimlerde, bakışlar belli bir noktaya çok mat olarak dikilmiş, belirli bir ifadenin dışavurulduğu anı ortaya koyar. Fakat kostümlere bakılınca, bunların çok gerçekçi bir gösterimle verildiğine vurgu yapabiliriz. Hatta kuzeyin o detaycı yaklaşımının portresi yapılanda bile devreye girdiğini söyleyebiliriz. Yanı sıra bir de Dinsel kişi- Hayırsever kişilerin resimleri yapılmaktadır, kuzeylilerde... Burada da söz konusu kişilikler kendileriyle ilgili hareketler içindedir. Burada mekan içinde değerlendirildikleri taktirde bu tip resimlere erken Janr (Genre) örnekler diyebiliriz. Bu resimlerde mekanın da ayrıntıları ve izleyicide uyandırdığı etkiler son derece önemlidir.
15. yüzyılda Almanya’da, meister (usta) kavramının çok büyük yeri vardır. Meryem veya kutsal din adamlarının resimlerini yapan ustalar belirmiştir. Köln Resim Okulu çok önemlidir. Bu okulun değerli isimlerinden biri; Stephan Lochner’dir. Onun Köln’deki işlerinden, “Üç Kralın Altarı” ve “Katedral Resimleri” çok tanınırlar ve bugün Köln Katedrali’nde bulunurlar. Alman Rönesans’ın en dikkat çekici resimsel türü, baskı resimdir. Baskı ressamlarının yaptıkları, kitap resmi veya pano resimlerde kullanılmıştır. Rönesans’ın bu yöndeki en değerli ismi, Albrecht Dürer’dir. Sanatçının baskıları ahşap ve metal baskı olarak karşımıza çıkar. Konu olarak dönem içindeki protestan ve Katolik savaşını kendince resimleyen Dürer, Apokalipsi İllüstrasyonları’nı meydana getirmiştir. Bu yönde bir başka sanatçı da Martin Schongauer’dir.
yüksek rönesans resmi İtalya’da bu dönemin en güçlü sanatçıları, Venedik dışında tabii ki Leonardo’da Vinci, Michelangelo ve Raphael olmuştur. Bu sanatçılar başlıbaşına bir okuldur da... Bu sanatçıları yetiştiren hocalarının da bu sanatçılar kadar göze çarptıkları dikkati çeker. Bu aşamada, Leonardo’nun hocası ;Verrocchio, Michelangelo’nunki; Ghirlandaio, Raphael’inki ise; Perugino olmuştur.
Öncelikle Leonardo Da Vinci’ye bakacak olursak; ustası Verrocchio’nun atölyesinde çıraklık devrini geçirdikten sonra, Milano’ya gitmiş, orada 16 yıl kalmıştır. Leonardo’nun anatomi alanında yapmış olduğu çalışmalarla çok tanınmış olması, yanı sıra mekanikten, fiziğe, botanikten zoolojiye ve diğer alanlara kadar yapmış olduğu büyün çalışmalar, ona üniversal bir kişilik kazandırmıştır. Sanatçının zamanında ünlü bir anatomi hocası olan Della Torre ile tanışması ve birlikte hazırladıkları İnsan Anatomisi kitabı için, Leonardo’nun kırmızı tebeşirlerle çizdiği eskizler, tıp tarihinin ilk anatomi desenleri olmuştur. Sanatçının Milano’da yaşadığı yıllarda mimarlıkla da uğraştığını biliyoruz. Fakat yaptığı çizimlerin hiç biri uygulanmamıştır. Leonardo, Floransa’ya döndüğü bir keresinde 1502 yılında “Mona Lisa” isimli ünlü portresini yaptı. Bu eseri bugün Paris Louvre Müzesi’ndedir. Yüksek Rönesans’ın diğer iki ressamından biri, Raphael henüz yetişme çağında olup sanatçıya tapardı. Michelangelo ise; kıskandığı halde hayranlığını gizleyememiştir. 1500-1505 yılları arasında, morga giderek cesetler üzerinde uygulamalarda bulundu. Böylece ölümün donuk maviliğini keşfetmiş oldu. Milano’da iken ele aldığı insannın uçması problemini tekrar ele aldı. Hidroloji hakkında bir kitap yazdı. Kardinal tarafından 1513 yılında Roma’ya davet edildi, burada aynalarla ve optik arayışlar içinde araştırmalarına devam etti. Boya kimyası yönünde çalışarak, yüzyıllar boyunca dayanacak dayanaklı boyaları ortaya çıkarmaya başladı. Hatta Roma’da “Resim Sanatının Anahtarları” isimli bir kitap yazdı. Sanatçının hatıra defterinden 1517 yılında Fransa’da bulunduğunu anlıyoruz. Fransa’da I. François devriydi ve Cloux şatosuna gelir gelmez, sanatçıya “Kralın Başressamı, Mimarı ve Teknik Uzmanı” adı verildi. Zaten sanatçının yaşamı Fransa’da son bulmuştur.
Bir diğer Yüksek Rönesans sanatçısı da Michelangelo’dur. Sanatçı 1488 yılında Floransa’da Domenico ve David Ghirlandaio’nun atölyesine girdi. Bu atölyeden, fresko tekniği öğrendikten hemen sonra ayrıldı. Sanatçının amacı heykel sanatçısı olmaktı. Floransa Dükü Lorenzo de Medici ile tanıştı. İşte bu noktada şansı da açılmaya başlamıştı. Michelangelo, Mediciler’in kurdukları “Bahçe Okulu” na devam etti. Medici Sarayı o günlerde gerçekten her türden bilim adamlarının katıldığı tam bir Kültür Merkezi idi. İşte o günlerde ressam olarak hoşlandığı sanatçı da Masaccio olmuştur. O da Leonardo gibi anatomiye merak sardı ve Mediciler’e gelip giden bir cerrahın peşine takılarak cesetler üzerinde çalışmaya başladı. Rönesans İtalyası’nda tıp ile plastik sanatlar eşit kulvarda idi. Lorenzo De Medici öldükten hemen sonra, bir diğer Medici’yi pek sevmeyen Michelangelo, önce Venedik’e sonra da Bologna’ya gitmiştir. Bologna’da Jacopo della Quercia ismindeki heykel sanatçısıyla karşılaşır. İşte heykel yönünde, sanatçının dönüm noktası da buradadır. Sanatçının daima yeni olanı araması ve hareketliliği, Leonardo’ya da benzemekteydi. 1495 yılında yeniden Floransa’ya döndü. Sonrasında da Roma Kardinali’nden aldığı teklifle Roma’ya gitmiştir. Onun ilk Roma seyahati 1496-1501 yılları arasına rastlar. Sanatçının ressamlığını tam olarak algıladığımız resimler, Vatikan’da bulunan Sixtin Şapel’de yapılmış olan resimlerdir. Sanatçı bu resimlerini fresko teknikli olarak, bizzat yanına hiç bir yardımcı da almadan meydana getirmiştir. Bu resimlerdeki konular ve buna bağlı bütün insanlar, kutsal kitaptan alınmıştır. Figürlerin anatomileri ise bir hayli abartılıdır. Değişik bir figür anatomisini kullanmış olan Michelengelo, bu yönde de bir öncülük yapmıştır. Ayrıca şapelin apsis duvarına yaptığı mahşer sahnesiyle hem dikkat çekmiş, hem de maniyerizm resminin de öncüsü olmuştur. Sanatçının, heykel sanatçılığı ve ressamlığının dışında, bir başka yönü de mimarlığıdır. İşte böylece 1564 yılında ölen sanatçının da bir üniversal kimlik taşıdığını söyleyebiliyoruz.
Bir başka Yüksek Rönesans ressamı da Raphael’dir. Urbino şehrinde doğan sanatçı için en büyük şans, doğduğu şehrin bir sanat ve kültür merkezi olmasıydı. Burada bir dükalık sarayı bulunmaktaydı. Bu saray döneminin en zengin kütüphanelerinden birine sahipti. Hatta sarayın içinde dükün (Federico da Montefeltro) yakın dostu olan Piero Della Françeska’nın da panoları bulunmaktaydı. Babasıyla sık sık saraya gelen Raphael’e babası saraydaki resim ve heykelleri tanıtmaya çalışırdı. Raphael Perugia’ya giderek, burada ressam Perugino atölyesine girdi. Ustasıyla çalışma yaptığı sürelerde, ustasını tamamen kopya etti. Bir zaman sonra, ustasının yaptıkları ile Raphael’in yaptıkları ayırt edilemez hale gelmiştir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:20 am | |
| Raphael’in hocası Perugino’nun etkisinden kurtulup, özellikle Floransa’da faaliyetler veren Leonardo ve Michelangelo’nun farkına varmasıyla sanatının kimlik kazandığını söylenilebilir. Siena’ya giderek bir arkadaşı ile beraber II. Pius Kütüphanesi’nin duvarlarını panolarla süslemeye başlamışlardır.1504 yılında Floransa’ya gelen sanatçı, yaklaşık dört yıl burada kalmış ve özellikle Leonardo, Michelangelo, hatta daha da önemlisi Masaccio’yu yakından izlemiştir. Floransa, yaşamında kimliğinin daha yerli yerine oturmasını sağlamış, arkasından peşisıra “Madonna” resimlerini yapmaya başlamıştır. Yaptığı portrelerin arka planlarında soyut biçimler kullanıyordu. Sanatçının psikolojik yapılanmasının eserlerine yansıması çok olumluydu. Urbinolu olan mimar Bramante’nin de ısrarı ve aracılığıyla papa, Raphael’i Roma’ya çağırmıştır. Bu çağrılış ve gidiş aşağı yukarı 1509 yılına denk gelmektedir. “Atina Mektebi” isimli çalışması, papanın Raphael’den istediği ilk ve en önemli eserdir. Tabii ki bu resmin figüratif yöndeki üstünlüğü tartışmasızdır. Bu resmin tam karşısına, “Mukaddes Kitabın Tartışması” freskosunu yapmıştır. Salonun süslemelerini bir üçüncü fresko resmi olan “Gerçek Adalet” isimli çalışmasıyla noktalamıştır. Peşinden Agostino Chigi isimli çok zengin bir Sienalı Tüccar, sarayı olan Farnesia’ya “Peri Galatia” isimli fresko çalışmayı yapmak üzere sanatçıya çağrı yapmıştır. Sanatçının en şaheser Madonnalar’ı 1514 yılından sonraya aittir. Sanatçının alt yapısında Perugino’dan sonra örnek aldığı yegane kişi Leonardo da Vinci’dir.
Venedik’de değerlendirilen Yüksek Rönesans resmine gelince; özellikle Bellini Kardeşler’in öncülüğünde yeri belli edilen Rönesans resminin Yüksek evresinde, kendini bütün hassasiyeti ile ortaya koyan iki sanatçı vardır. Bunlar, Giorgione ve Tiziano’dur. Venedik 16.yüzyılda, Floransa ve Roma’dan tamamen ayrılıyordu. Burada daha bir doğa işin içinde, ışık daha bir romantizmi koklar durumdaydı. Cumhuriyetler’in de en olgunlarından biri olan Venedik, özellikle doğu ticaretinin merkezi olmakla dikkatleri üzerine çekmiştir. Şehri tam ortasından ikiye bölen Kanal ise; şehre ayrı bir zerafet vermiştir. Ayrıca parıltılı kumaşların satışı ve alınan bu ku}aşlardan dikilen kostümlerin, bu yöre ressamlarının resimlerine de yansımış olması önemlidir. 16. yüzyılda günlük hayatın neşeli ve renkli olduğu söylenebilir Venedik’te... Ressamların tamamen duygusal bir dünyadan esinlendiklerini söyleyebiliriz. Venedik Yüksek Rönesans ressmalarından Tiziano, bir dağ köyünde doğmuştur. Sanatçı resmin içinde kendini bulduğu ilk sıralarda, Dürer’in bazı gravürlerini kopyalamaya başlamıştır. Kısa bir süre sonra da Bellini Kardeşler’in resim atölyesine girdi. Bu atölyede kendiyle beraber Venedik resmiminin o dönem içindeki bir diğer ismi olan Giorgione’yi tanıdı. Giorgione Tiziano’ya göre çok duygusaldı. Fakat Tiziana, Giorgione’nin resmine hayrandı. 1508 yılında Giorgione ile birlikte Alman ticeretinin Venedik’teki merkezi olan Fondaco dei Tedeschi’nin cephesini süslediler. Yaklaşık iki yıl boyunca Giorgione ile birlikte çalışan Tiziano, arkadaşının 34 yaşında vebadan ölmesi sonucunda Padua’ya gitmiştir. 1513’de Venedik’e döndükten sonra Ducale Sarayı’nın toplantı salonu için muhteşem bir kompozisyon yapmaya başladı. Aynı yıl Roma’ya papa tarafından davet edildi. 1516’da Giovanni Bellini öldüğü zaman, Venedik Cumhuriyeti’nin başressamı ünvanını almıştır. Sanatçının üslubuyla Giorgione’nin üslubu uzun süre eleştirmenler tarafından birbirine benzemesi nedeniyle karıştırılmıştır. Din konuları dışında birbirlerine çok benzerler. Uzun yıllar Giorgione’nin olduğu zannedilen “Konser” isimli çalışma, aslında Tiziano’nundur. Detaycılık her ikisinde de duygu ve şiirsellik ise; Giorgione’de vardır. Hatta Rönesans döneminin sanat yazarı Vasari sanatçı için şöyle demiştir; “Michelangelo’daki desen onda olsaydı, dünyanın en büyük ressamı olurdu” Gerçekten de sanatçı Michelangelo’nun hacim konusundaki vurgularına hayrandı. Bunun içinde özellikle “Papa III.Paul ve Yeğenleri” isimli çalışmasında Michelangelo’nun bariz etkileri dikkat çeker. Bu dönem Venedik ressamları, özellikle renk konusunda ön plana çıkmışlardır. Özellikle renklerle yaratılmak istenen ışık efektleri önemli bir özellikleridir. Özellikle Venedik, diğer İtalyan şehirlerine göre yağlıboya ile resim yapmaya daha müsaitti. Çünkü sıcak bir şehir olan Venedik’te çabuk kurumaya müsait tekniklere yer vermek zordu. Venedik resmi, mitoloji ve allegori resmine de kapalı değildi. Yüksek Rönesans Venedik Resmi’nde dikkati çeken diğer sanatçılara gelince; bunlar da Tintoretto ve Veronese’dir.
Yüksek Rönesans’ın Flaman ressamlarına bakacak olursak; en güçlü ismin Pieter Bruegel olduğunu anlayabiliriz. Sanatçı natural-realizmin en büyük temsilcisidir de... Bruegel, o zaman Flaman köylülerinin yerel yaşamlarından kesitleri, yine gerçekçi gözlemlere dayanan etik yapı içinde değerlendirmiştir. Sanatçının yaşamı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Nerede ve hangi tarihte doğduğu bile kesin değildir. Bruegel, 16 ve 17. yüzyılarda çok benimsendiği halde 18. yüzyılda unutulmuştur. Fakat 19. yüzyılda Baudelaire ona hayrandır. Kendine en yakın olan Flamanlı bir başka ressam da Rönesans sanatçısı olan Hieronymus Bosch’tur. Çünkü dini ve ahlaki konuları, dilediği gibi hem de sürreel bir ifadelendirme ile ilk olarak işleyen sanatçı odur. Bruegel’in esini, doğrudan doğruya halktır. Teknik yönden ise, hem Jan van Eyck’ten hem de Bosch’tan farklıdır. Renk paleti daha canlı ve saftır. Bruegel için en ilgi çekici konu günlük yaşamdı. Bruegel’in ressamlığı sırasındaki en önemli olay, Flaman Eyaleti’nin İspanyollar tarafından işgal edilmesiydi. Sanatçı ölümünden az önce bazı eserlerini yaktırmıştır. Muhtemelen bu yanan eserler arasında savaş ve işgalle ilgili resimler de olmalıdır. Gerçekçilik ve doğallık yönünde Resim Sanatı Tarihi’nde özgün bir yere sahiptir, Bruegel...
16. yüzyıl içinde Almanya’daki Yüksek Rönesans resim hareketlerine gelince; Özellikle politik, dinsel birtakım sıkıntılarda bulunuyordu. Bu dönemin iki büyük Alman ressamı Albrecht Dürer ve Matthias Grünewald’dir. Bunlardan Dürer, muhteşem plastisite anlayışıyla çok dikkat çekmiştir. Sanatçının üniversal bir kimliğinin de olduğunu söylemeliyiz. Her şeyden önce, baskı resimleri, suluboyaları, yağlıboyaları, karakalem resimleriyle Alman resmine ağırlığını koymuştur. Sanatçı, reformasyon hareketi kapsamında duygusal resimler de yapmıştır (Apokalipsi İllüstrasyonları gibi). İkinci İtalya seyahatinden hemen sonra, boyayla büyük resimler yapmaya başlamıştır. Bir süre allegorik resimlerde yapmıştır. Sanatçının portreleri ve manzaraları da önemlidir. Bu iki anlayışında da gerçeklikten yana olmuştur. Bir diğer sanatçı Grünewald ise; kilise ressamı olarak ressamlığa başlamış hayatının sonuna kadar da böyle kalmıştır. Yalnız yağlıboya ile çalışmıştır. Gotik geleneklere dönmeyi tercih eden Grünewald, dindar bir kişiydi. Böylece Gotik, reformasyonla yoluna devam etme olanağı bulmuştur. Grünewald’de Gotik’in şekli değil, fakat ruhu devam ediyordu. Bu ruh Rönesans’a rağmen devam edecek, hatta 17. yüzyıl Barok sanatın bile ruhunu meydana getirecektir. Grünewald’in resim anlayışı, Gotik’ten Barok’a giden yolun önemli bir noktasıdır. 16.yüzyıl Almanya’sında en tanınan resim okulu Tuna Okulu idi. Bu okulda Lucas Cranach ve başusta Albrecht Altdorfer bulunmaktaydı. Bunlardan Altdorfer, resimlediği manzaralarıyla dikkat çekiyordu. Çünkü bu manzaralar, artık Avrupa resim tarihi içinde bir manzara geleneğinin başlaması anlamı da taşıyordu. Ayrıca manzara resmini ilk defa ayrı bir tür olarak ele alan ressamdı da. Manzara ve figürlerin renk bakımından uyumlarını sezgisel olarak ortaya koyan ressamlardan biridir. Onun “İskender’in Savaşı” isimli eserinde, dünyanın sonunu gösteren bir manzara ortaya konmuştur. Diğer sanatçı, Lucas Cranach’a gelince; o da Altdorfer gibi Tuna Okulu’nun kurucularındandı. Luther’le ilişki kurarak, protestanlığı benimsemiş ve Protestan İkonagrafisi’nin meydana gelmesine yardımcı olmuştur. Bir başka Alman ressam da Hans Holbein’dir. Bu ressam bir portre ressamı olarak resim tarihine geçmiştir. Tam bir objektiflikle resmetmiştir sanatçı portrelerini. Portrelerinde asıl görülmesi istenen şekil, bu şekillerin de ortaya çıkmasına aracı olan çizgidir. Form çok iyi ve sağlam oluşturuluyor ve belli konturların içine alınıyordu. Işık ve gölge, formu ortaya çıkarmak için kullanılırken, asıl olarak sanatçı, bir çizgi ressamı olduğunu da ortaya koyuyordu. Değişmeyen formları, anlık gösterimler değil, sanatçının portreleri ortaya koymuştur. Duvar resimleri de vardır. Bunlar da duvar ressamlığının, söz konusu zaman içinde Almanya’daki durumu hakkında bilgi vermesi açısından çok önemlidir. Kitap İllüstrayonları da vardır.
İngiltere’deki Yüksek Rönesans Resmi’nin en güçlü ismi ise; Nicolas Hilliard’dır. O günlerin İngiltere’sinde pek revaçta olan ise; minyatür ressamlığıydı. Hilliard’da bir minyatürcüydü. Elizabeth Dönemini en iyi yansıtan sanatçı olarak bilinmektedir. I. Elizabeth’in portre ressamıdır da... Yarımfigür portreleri dikkat çekmiştir. Sanatçının özellikle Holbein’den etkilendiği bilinir. Çoğu zaman şiirsel bir duyguyu yansıtan, ince üslubuyla çok dikkat çeker.
Yüksek Rönesans Resim Sanatı içinde meydana gelen önemli bir hareketin adı da; Maniyerizm olarak bilinir. Genel olarak Rönesans’a hem anlam hem de şekil olarak karşıt bir harekettir. Sınırları tam olarak konulamayan bu devrenin sanatçıları, kimi zaman Yüksek Rönesans’ın içinde gösterilirken kimi zaman ise; Barok resmin içinde de gösterilirler. Maniyerizm, Rönesans’a göre çok daha antiklasik kalmıştır. Fakat Maniyerizm, resimde Michelangelo’nun Sixtin Şapel apsisine yaptığı “Mahşer” resmiyle başlar. Maniyerizm sözcüğünün terminolojik yapısı üzerine uzun yıllar, çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Maniyerizm bir takım zıtlıkların çarpışması sonucunda belirginlik kazanmıştır (klasik-antiklasik, rasyonalizm-irrasyonalizm gibi). Manyerizm’in kelime anlamı, bir üslubun aşırıya kaçan tarzda kullanılmasıdır. Fakat geneli itibariyle; Maniyerist resim sanatı; dengeye ve simetriye dayalı olmayan yapısıyla, formalizm yerine kullandığı deformasyonlarla, kompozisyonlarında kullandıkları mekan belirsizlikleriyle, orantıya önem vermemesiyle, dikey-yatay hareketlerin dışında resme kazandırılmak istenen basit S hareketi (Figura Serpentinata) ve ovallikler gibi dinamik bulgularla dikkat çekmiştir. Şekiller itibariyle Maniyerizm’in Barok resmin, temelindekilerden biri olduğunu da kabul edebiliriz. Manyerizm, salt resimde değil, mimari ve heykel alanlarında da eserler ortaya koymuştur. Bizans resmindeki ikonaklasist hareketten sonra, kanımca önemli ikinci sanat hareketidir, Maniyerizm... Bu devrenin en önemli ressamlarına gelince; El Greco, Pontormo, Parmagianino, Bronzino gibi isimlerdir. Özellikle Yunanistan asıllı El Greco, daha sonra İspanya’nın Toledo şehrine yerleşmiş, yapmış olduğu dinsel resimlerinde, kendince mistikliğiyle çok dikkat çekmiştir. Fakat özellikle figürlerinde kullandığı deformasyon ve mekanlarındaki bilinmezlik enteresandır. Onun figürleri, sanki başka dünyaların insanlarıdırlar. Resimlerinin atmosfer oluşumlarında, Toledo göklerindeki engizisyon ateşi ve dumanının bıraktığı izleri kullanmakla, enteresan bir girişimde bile bulunduğunu ortaya koymuştur. Bir kısmı İtalyan, bir kısmı Flamanlı ve bir kısmı da Fransız olan “Fontainebleau Okulu” da Fransa’da kurulmuş ve Maniyerist resme destek vermiştir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:21 am | |
| barok resmi 16. yüzyıl sonu ile 18.yüzyıl başı arasına Barok adı verilir. Barok kelimesi, Portekiz dilindeki “Barucca” kelimesinden gelmedir. Barok sanat, özellikle Avrupa’da kendini 17. yüzyıl içinde göstermeye devam ederken, bir yandan da başta İtalya olmak üzere; Fransa ve Hollanda’da resim adına ilerlemeler başlamıştı. Bu sıralarda toplum tarihinde, anti-reform olarak bilinen ve başını İgnas de Loyola isimli bir İspanyol subayın çektiği, tekrar katolikliğe dönüşü sağlamak için bir hareket başlamıştı. Ayrıca temeli 14. Louis’ye dayanan bir mutlak yönetimli sistem de gelişmekteydi. Zaten 17. yüzyılın da en parlak yönetici simasıydı, 14. Louis. Kral Versailles Sarayı’ndan yönetimi sürdürmekteydi. Bu saray merkeziyetçi bir sistemin de ana merkeziydi. Barok Kültür içinde, allegori olgusuna duyulan sevgi, hümanist tutum, çok tanrılı olgu ile tek tanrılı Hristiyanlık olgusu sentez edilmişti. Hatta bahsetmeye çalıştığımız merkeziyetçi düşünce yayılım göstermeye başladığından beri, küçük yönetimler de bu sistemi yakalamak için savaş vermiştir. Aslına bakılırsa; Rönesans’ta ciddi biçimde sarsılan dini inanç dizgelerine tekrar geri dönülmesi hedefleniyordu, Barok dönemde... Papalık makamı, tekrardan en büyük makam olmaya hak kazanmıştı ve bu yüzyılda büyük papalar da görev başındaydı. Bunların başında V.Paul, VII. Urban, X.İnnocent ve VII. Alexander gibi isimler gelmekteydi. Roma gene en gözde sanat merkeziydi. Böyle bir ortama sahip olan Avrupa’da Barok sanat, öncelikle “erken” ve “yüksek” olmak üzere; ana iki üslup koluna ayrıldı. Barok resmin Avrupa’da tam bir yayılım göstermesi, Yüksek Barok Resim evresinde gerçekleşmektedir. Yüksek Barok resmi, sırasıyla İtalya, Fransa, Flaman, Hollanda ve İspanya’da gelişme göstermiştir. Öncelikle Erken Barok Resmi’ne bir bakalım isterseniz;
erken barok resmi Bu devre, öncelikle bir naturalizmle karşımıza çıkar. Bu evrenin adı; “Erken Barok Naturalizmi” dir. Bu evrede, karşımıza ressam olarak çıkan isim, Caravaggio’dur. Sanatçı öncelikle Barok resim içine, adeta bir akım gibi, “Caravaggioizm” terimini sokmuştur. Sanatçı, maniyerizmin kalıplarına karşı çıkarak, dolaysız hatta sert de denilebilecek bir doğal resim anlayışı getirmiştir. Işık ve gölge karşıtlıklarıyla vurgulanan güçlü ve hacimli figürler, eserlerinin çoğunda siyah bir fon üzerine yerleştirilmiştir. Caravaggioizm adı ile bilinen, Caravaggioculuk olgusuna gelince; Caravaggio’nun eserlerinden kaynaklanan, gerçekçi betimlemelerle ve güçlü ışık-gölge karşıtlıklarıyla belirginleşen resim akımının ismidir. Bu akım, özellikle İspanyol resminin 1580-1630 yılları arasındaki evresi olan “Karanlıkçılık” tarzı içinde kendine elverişli bir ortam bulmuştur.
Erken Barok Resmi’nin bir diğer evresi olan; “Erken Barok Klasizmi “ için en güzel örneklerden birini Annibale Carracci oluşturmaktadır. Özellikle bu ressamın tıpkı Caravaggio gibi, Maniyerizm’e karşı bir tavır izlemiş olması onu da hem Erken Barok resmi içine sokar, hem de sözü edilen evrenin klasiği yapar. Yüksek Rönesans ustaları üzerinde çalışmalar yapmışlar, Barok üslubun içerisinde klasik bir tavır olarak dikkat çekmişlerdir.
Erken Barok Resmi’nin bir diğer evresi de “Gündelik Yaşam Panoramaları” nın yer aldığı evre olmuştur.
yüksek barok resmi Bu dönemde İtalya’da dikkati çeken isim, Pietro da Cortona olmuştur. Sanatçı kendine öncü olarak Michelangelo’yu seçmiştir. Bir süsleme ressamı olarak; derin perspektifli tavan kompozisyonlarıyla tanındı. Daha ziyade mimarileri süslemede seçkilenmiş resimler yapmıştır. Bir başka Yüksek Barok İtalyan ressamı da Guido Reni’dir. Sanatçı, Carracci’lerin öğrencisi oldu. Kısmen Geç Barok sanatçısı da sayılabilir. Carracciler ve onun öğrencilerinden de biri olan Reni, anti-Caravaggioist olarak dikkat çeker.
Yüksek Barok Resmi’nde Fransa’daki duruma gelince; Bu ülkede Barok resmin beş ana kolda ele alınabileceğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki “Fransız Barok Klasizmi” dir. Fransa’da özellikle Barok üslup prensipleri ile klasik eğilimler daima çatışmıştır. Fakat bu ülkedeki Barok klasizmi yönünde, özellikle ilk dikkati çeken Simon Vouet’dir. Sanatçı, özellikle Caravaggio etkisinde kalmış, dolayısıyla önce Bologna Okulu ile iletişimi olmuş, daha sonra da Roma’ya gidince Carracciler’in etkisinde kalmıştır. Fakat Fransa’daki Barok klasizimini kurgulayanlardan biridir. Bütün bunlara rağmen klasik Fransız Barok resminin en ideal temsilcisi Nicolas Poussin’dir. Klasik ivmeye sahip Yunan sanatına yakın olmayı tercih etmiştir. Barok resim ilkelerini reddetmiş, aksine çalışmıştır. Bu grup içinde Le Nain Kardeşleri de saymak gereklidir.
İkinci anakol ise; “İdeal Manzaralar” dır. Bu yönde en dikkati çeken isim de Claude Lorrain olmuştur. Aslına bakılırsa ideal manzara ivmesine Lorrain kadar direkt etki de bulunamasa da Poussin de hizmet etmiştir. Lorrain de Poussin gibi İtalya’ya yerleşip kalan Fransız ressamlardandır. Lorrain Manzaraları’nda, ışık+antik mimarlık parçaları kullanılmıştır. Doğanın gerçekçi tasvirlerini ele almaya çalışan sanatçının, bir idealizm peşinde olduğunu da hemen söylemeliyiz. Kullandığı ışık çok önemlidir. Çünkü bu ışık Lorrain’e özgü, hafif bir ışıktır.
Üçüncü anakol ise; “Liman Panaromaları” dır. Bu kol için çaba harcayan ressamlardan yine en önemlisi Claude Lorrain’dir.
Dördüncü anakola gelince; bu da “Gündelik Yaşam Panaromaları” dır (Janr Resimler). Bu konudaki en güçlü isim Georges de La Tour’dur. Sanatçı, sonraları dini resimlere dönse de önceleri tamamen Janr ressamı olarak dikkat çekmiştir. Özellikle janr resimlerinde, kullandığı figürleri donuk ve heykelimsi vermeyi sevmiştir. Özel bir yanı ise; sanatçının gündelik hayat resimlerinde gün ışığını kullanmasıdır. Özellikle Caravaggioizm’in etkisinde kalmıştır.
Beşinci Anakol ise; “Portre Ressamlığı” dır. Bu aşamada akla gelen, aslen Flamanlı olan, fakat Paris’e gelip oraya yerleşen ve Fransız Barok resim sanatı içinde ismi geçen Philippe de Champaigne’dir. Paris’te Kraliçe Maria De Medici’nin ressamı olmuştur. 13. Louis ve Richelieu’nun portrelerini yapmıştır. Portrelerinde Van Dyck etkisi vardır.
Yüksek Barok Resmi’nin Flaman tarafına bakınca, şunları görüyoruz; Flaman’da özellikle “Allegorik bir İfadecilik” ilk dikkati çeken yaklaşımdır. Bu konuda önemli isim; Peter Paul Rubens’dir. Sanatçı, salt allegorik ifade alanında değil, portre ve manzarada bile dikkati çekmiştir. Sanatçı ilk defa Almanya’nin Köln şehrinde yaşadıktan sonra, Venedik’e gitmiştir. Bu yerden, özellikle Tintoretto, Veronese ve Tiziano’da çok etkilenmiştir. Mantua’ya gittiği sıralarda Dük Vincenzo Gonzaga’nın himayesinde önce Roma’ya, daha sonra da İspanya’ya sanat görüşünü geliştirmesi için gönderilmiştir. Venedikliler’den rengi, Raphael’den çizgiyi, Michelangelo’dan ifade gücünü, Corregio’dan doğallığın güzelliğini, Bolognalı ustalardan da kompozisyon tekniği öğrenmiştir. İlk karısı olan İsabella Brandt ve onunla birlikte ressamın kendisini de gösteren resim, aşağı yukarı 1609-10’lu yıllarının genel çizgisini göstermesi açısından çok önemlidir. Dini resimlerinde, aldığı katolik terbiye ve prensiplerin etkileri de bulunmaktadır. Bu etki, Barok resim üslubu ile biraz olsa yumuşamıştır. Çok büyük bir atölyeye sahip olan Rubens’in etrafında birçok öğrencisi bulunmaktaydı. Bu öğrencileriyle birlikte sayısı bile tam olarak belli olmayan eserler meydana getirmişlerdir. Onun allegorik resimleri içinde en önemlilerinden biri, “Kral Leukippos’un Kızlarının Kaçırılması” isimli resmidir. Suzanne Fourment’i de kendine çokça model olarak kullanan sanatçı, bu kadının da resimlerini yapmıştır. Sanatçı 1622’de Paris’e gitmiştir. Maria de Medici’nin hayatını resmeden sanatçı, çocukları Albert ve Nicola’nın portrelerini yapmıştır. 1630’da ikinci evliliğini Helana Fourment ile yapmıştır. İkinci karısı sanatçıyı çok esinlendirmiştir. İşte o muhteşem mitolojik ve allegorik resmi “Venüs ve Adonis”de tam bu sıralarda ortaya çıkmıştır. 1640 yılında ölen sanatçı, evrensel olmayı hakeden, gerek geçmişi, gerekse gezip gördüğü yerleri çok iyi sentez etmiş olmasıyla sanat felsefesini güçlendirmiştir.
Yüksek Flaman Barok Resmi’nde dikkati çeken bir başka konu ise; “Portre Ressamlığı” idi. Bu yönde asıl isim, Rubens’in öğrecisi de olmuş Anthoni van Dyck ve Frans Hals’dir. Özellikle Dyck, sanatçı psikolojisi açısından farklı biriydi. Melankolik bir kişiliği vardı. İngiltere ve İtalya’ya seyahatlerde bulunmuştur. Özellikle sanatçı, İngiliz kralı I. Charles’ın saray ressamı olmuştur. Sanatçıya “sir” ünvanı bile verilmiştir. Özellikle portreleri, poz vereni hayat seviyesi içinde göstermesi ve İngiliz portre ressamlığına bir avangard etki yapmasından dolayı önemlidir.
Yüksek Hollanda Barok Resmi’nde, ilk dikkati çeken konu “Janr Ressamlığı” dır. Bu konuda diyebiliriz ki her Hollandalı ressam ortaya bir resim koymuştur. Buna rağmen, ilk dikkati çeken isimler, Jan Van Vermeer, Jan Steen, Adrian van Ostade ve Pieter de Hooch’tur. Bu ressamlar, Hollanda’nın günlük yaşamına dair resimler yapmışlardır. Özellikle Vermeer “Delft Şehrinden Bir Görünüş” isimli çalışmasıyla izlenimci ressamların bir öncüsü de olmayı hak edecek gelişmeler göstermiştir. Bir başka konu da “Manzaralar” dır. Bu manzalar kendi içlerinde, “Monokrom”, “kahramanlık” ve “İtalyan stilli manzaralar” olmak üzere, üçe ayrılırlar. Fakat genel bir çerçeve içinde manzara ressamları olarak; Jan van Goyen, Jacop van Ruysdael, Meindert Hobbema gibi isimleri sayabiliriz. Bu ressamlar da izlenimci resmin manzara yönüne ışık tuttukları gibi, asıl daha önce, özellikle Romantik dönemin başta John Constable olmak üzere bütün ressamlarını etkilemiştir. Bir başka konu olan “Deniz” konusuna gelince; bu yönde de dikkati çeken ismin Abraham Storck olduğunu söylemek gerekmektedir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:22 am | |
| Portre ressamlığı yönünde Frans Hals; cesaretli ve gerçekçi yanıyla dikkat çekmiştir. Gündelik hayatın gerçekçi yüzlerini kendine model olarak seçmiştir. Portrede hareketi ve anlık yakalamaların vurgularını yapmıştır. Kullandığı renkleri, portresini yaptığı kişilere ve kostümlerine göre değiştirmesi, onun gerçekçi tutarlılığına işaret etmektedir. Bütün bunların ardından tabii ki Hollandalılar’ın haklı gururu ve Yüksek Barok Resmi’nin kuşkusuz evrensel olmuş sanatçısı Rembrandt’dır. Sanatçı 17. yüzyılın hemen başında doğduğu için, bu sıralarda Hollanda, İspanya yönetiminden daha yeni kurtuluyordu. Rubens ve asistanlarının yaptığı dini resimlere Hollanda’da Rembrandt döneminde pek ilgi gösterilmiyordu. Calvenist hareketlerin yoğunluk kazandığı Hollanda, söz konusu dini resimleri kilislerden söktürüyorlardı, bile . Elle ters çevrilen bu resimler,ancak koyu katolikliğin dolayısıyla Vatikan papalığının simgeleri olabilirdi. O yıllarda Hollanda dinsiz bir toplum da değildi, pek tabii. Fakat Martin Luther’den kuvvetini alan Calvinciler, tanrı ile kul arasında aracı tanımıyorlardı. Böylece aradan kiliseyi kaldırıyorlardı. Hollandalı’lar için, Ortaçağ’ı andıran dinsel atmosfer, artık böylece yoktu. İşte Rembrandt böyle bir Hollanda içinde yaşadı. Sanatçı önceleri bağımsız olarak bir süre çalıştı. Bu döneminde gravür ile uğraştı. Bu dönemi Rembrandt’ı belli bir yerlere getirdi. Gravürlerinde portreleri, değişik kompozisyonları ve incilden sahneleri işlemiştir. İlk ciddi ışık gölge denemelerini de gravürlerde denemiştir. Gravürlerini meydana getiriken yardımcılar da kullanmıştır. Gravür olgusunu Avrupa sanatı içinde tanıtan ve belli bir ciddi platforma da yerleştiren o dur. İlk etkilendiği isim tabii ki kuşku yokki Caravaggio olmuştur. Hayatının büyük kısımlarından birini de Amsterdam’da geçirmiştir. Bu şehir bir anlamda kuzeyin Venedik’i sayılmaktaydı. O günlerde portre yaptırma modası vardı ve bütün Amsterdamlı zenginler de bu modaya uydu.
Herhangi birine bağlanmayan Rembrandt, geçimini tamamen halkın ellerine teslim etmişti. Sanatçının halkçı bir yaklaşımı vardı. Hatta bu yanını “Gece Nöbeti” ismini taşıyan, Nişancılar Loncası’na ait rütbeli bir grup insanın kendisinden bu resmi istedikleri ve sanatçının da buna verdiği karşılığı öğrenince daha da iyi anlayabiliyorsunuz. Resmettiği bu insanlar onun kendilerini daha şahaşalı göstermesini beklerken ve isterlerken, sanatçı onları rütbeleri ve statüleri aynıymış gibi göstermiştir. Buna da bozulan bu insanlar, zaten resmi de beğenmemişlerdir. 1650 yılında Hollanda’da büyük bir ikdisadi çöküntü başlamıştır. İşte bu tarihten sonra sanatçı için, refah dönemi kapanmış, zor günler başlamıştı. Sırayla karısını, oğlunu ve gelinini kaybedince çok yalnız kalmıştır. Sadece küçük kızı ile beraber yaşamaya başlayan sanatçının, muhteşem bir resim olan 1661 tarihli portresinin, yaşadığı zor günlerin izini gösretmesi yönünde dikkati çektiğini ve önemli olduğunu anlayabiliriz.
Yüksek Barok Resmi’nin gerçekleştiği bir başka yer de İspanya’dır. Bu dönemde konu olarak; “saraydan kişilere ait portreler “ ve “sosyal gerçekçi anlayış” ilk dikkati çekelerdir. Fakat her iki konuyu da gündeme getiren en önemli İspanyol ressam kuşku yok ki Diego Velasquez’dir. İspanya’da, özellikle 17. yüzyılda Sevilla önemli bir şehirdi. Bu şehir, değişik yerlerlerden gelip kaynaşan insanlarla doluydu. O sıralarda, resmin içine girer Velasquez. O zamanlar Sevilla’daki en önemli ressam, Herrera idi. Sanatçının ilk ciddi resim dersleri aldığı insan da bu ressam- hoca olmuştur. Daha sonra bir başka usta olan Pacheco’nun da yanında çalışacak olan Velasquez, ondan çok şeyler öğrenmiştir. O sıralarda da aldığı karar doğrultusunda, diğer hocası Herrera kadar asla göklere çıkarılmayan ikinci hocası ile çalışmayı tercih etmiştir, Velasquez. Sanatçının ilk yapıtları gündelik yaşamdan alınmış kesitlerden ibarettir. İçki içen adamlar, çalgıcılar gibi... Daha sonra maniyerist tarzda çalışmalar yaparken, Caravaggio’nun etkisi altında da kalmıştır. Realizmi ve naturalizmi daima ön planda tutmuştur. En ince detayları bile göstermekten geri kalmamıştır. Sanatçı Caravaggio etkisinde resimler yaptığı sırada daha, henüz gerçek anlamda Caravaggio resimlerini görmüş değildi ve olsa olsa Caravaggio kopyası resimler görmüş olmalıydı. Sanatçı, Sevilla dışına çıkarak, Madrid’e gitmiş, orada kral 4. Philip’in saray ressamlığına getirilmiştir. Kral Philip ile birlikte saray bir sanat merkezi haline gelmiştir. Kralın kendisi de resim dersleri alıyor, yazarlık bile yapıyordu. Tabii ki yönetimi de kralın yardımcısı sıfatıyla elinde tutan Kont Olivarez de sanat sevgisiyle dolu bir insandı. Sanatçı 1628 yılına kadar portreler yaptı. Rubens ile çok iyi arkadaş olan sanatçı, Rubens’in bir dost tavsiyesi olarak “mutlaka İtalya’yı gör” şeklindeki tavsiyesi üzerine harekete geçen Velasquez, Kont Olivarez’den aldığı bir tavsiye mektubuyla İtalya’ya gitti. Burada özellikle Vatikan’ın başında güçlü bir sanat destekleyicisi ve koruyucusu olan papa 8.Urban bulunmaktaydı. Sanatçı, papalık makamının misafiri olarak Vatikan’da Raphael ve Michelangelo’nun resimlerini inceleme fırsatı bulmuştur. Hatta bazı kaynaklara göre de büyük bir samimiyetle Raphael’i beğenmediğini söyleyebilmiştir, Velasquez. Sanatçı ikonografik konularda pek başarılı olamıştır. Sanatçı İtalya’dan döndüğü sırada saray gene güçlüydü, fakat ülke genelinde karışıklık çok fazla idi. Sanatçı için en önemli kompozisyonlarından biri, İspanyol resminde de önemli yeri bulunan, “Breda’nın Teslim Edilişi” isimli eserdir. Bu resimde İspanya’nın Flaman işgalini ve ele geçirişin son hareketlerini görmekteyiz. Sanatçı gerçekçi konuları işlerken gösterdiği ustalığı her ne hikmetse, ikonografi gibi, mitolojik resimlerde de gösteremiyordu. 1647’lerde kral sekiz köşeli bir salon yaptırmış ve bu salona çok değerli resimler alınmasını istemişti. Bunun üzerine İtalya’ya resim toplamaya giden Velasquez, burada o sıralarda “Papa 10. İnnocent’in” de portresini yapmıştır. 1656 yılında yaptığı “Las Meninas” isimli sarayın önemli kişilerini gösteren resmiyle saraydan kişilere ait potrelerinin en mükemmelini ele almış oluyordu. Özellikle Sosyal gerçekçi anlayış içinde yaptığı en önemli çalışmalardan biri; “Yumurta Pişiren Kadın”, diğeri ise; “Su Satıcısı” dır. Daha başka İspanyol sanatçıları da yok değildir. Bunların başında Sevilla’nın dışına bile çıkmayan Zurbaran, mistikliği gerçeklikle ve antireformasyon harekete yararlı olsun diye kullanan bir sanatçıydı. Yapay ışık altında resimlere bir plastisite kazandırmak, İspanyol resminin en önemli yanlarından biriydi. Sevilla’da yetişmiş bir başka İspanyol sanatçı da Estaban Murillo’dur. Günlük ve dini konuları, daha ziyade sert bir doğalcılık, soğuk renkler ve derin bir acıma ile birleştirerek veren sanatçı, daha ilerki dönemlerinde hem renklerde sıcaklaşmış dolayısıyla da yumuşamıştır. Sokak çocuklarıyla ilgili resimleri çok önemlidir. Aslına bakılırsa adlarını saymaya çalıştığımız üç İspanyol ressam da sosyal gerçekçi konulara epey bir kafa yormuştur. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:22 am | |
| rokoko resmi Özellikle Fransa’da 18. yüzyıl ilk yarısını kapsayan bir sanat dönemidir. Bu dönemde yalnız resimde değil, mimari ve heykelde de eserler verilmiştir. Bu dönemin önemi, sanatı destekleyen kitlenin artık krallar yerine Burjuva olmasındandır. Bu dönemin en gözde konusu “Fetes Galantes” ismiyle bilinen “Aşk Konusu” dur. Bu isim önemli bir Rokoko ressamı olan Antoine Watteau ile gelmiştir. Fransız olan bu sanatçı, özellikle İtalyan tiyatrosu, operada izlediği temsiller ve davetlerde karşılaştığı genç kadınlar ve soylular, söz konusu resimlerini yapmada esin kaynağı oldu. Bu resimlerinde, özellikle mavi tonlar ve yaldız kullanarak tüm yeteneğini ortaya koymuştur. Sanatçının şair kişiliğinin de olması aşk konulu resimlere onu yatkın kılmıştır. Ve bütünüyle Avrupa’ya, özellikle 18. yüzyıl ilk yarısında hakim olacak zerafete dayalı Rokoko’nun yaratıcısı olma kimliği Watteau’ye aittir. Resimleri açık havada, bahçelerde, ormanlarda geçmiştir. O zamanın Fransız bahçeleri kullanmamış, yerine kendi idealizasyonu doğrultusunda, işe el atmıştır. Bir başka Rokoko ressamı da François Boucher’dir. O da Fransız sosyetesinin ressamı olmuştur. İtalya’ya gitmiş bir süre orada kalmıştır. Watteau’nin öğrencisidir.Kadın ve nazik erkekleri parlak renklerle boyamıştır. 15. Louis’in metresi olan Pompadour’un koruyuculuğu altında, koruyuculuğunu üstlenen bu kadın için, onun hayatını konu alan birçok resimler yapmıştır. Hatta yedi tane de portresini yapmıştır. Bir başka Rokoko ressamı da Jean Honore Fragonard’dır. Boucher’in öğrencilerinden biridir. İtalya’ya gitmiştir. Buraya giderken, görmüş olduğu şaheser botanik dünyalarını resme almıştır. Sanatçının hayatı, Fransız İhtilali ile birlikte sona ermiştir. Rokoko içinde daha çok Janr ressamı olarak hatırlanan bir başka kişilik de Simeon Chardin’dir. Bir anlamda gerçekçi yönleriyle dikkat çeken bu sanatçının özellikle “Balon Şişiren Çocuk” isimli resmi önemli bir resmi olarak dikkat çekmiştir.
neoklasik resim Bu dönemin resim sanatında en etkin isim Jacques Louis David ve gene sanatçının bir öğrencisi olan Dominique Ingres’dır. Öncelikle bu iki sanatçının meydana getirdiği Yeniklasikçi akımın hemen önündeki durum bir hayli karmaşıktır. 1789’daki devrim gerçekleştiği sırada, başta Rokoko gelenekçiliği olmak üzere yanısıra ahlakçı yaklaşımlar, pompei stilindeki klasizm ve burjuva naturalizmi dikkat çekmekteydi. Fakat koruyucu dediğimiz çeşitli hamiler için yapılan sanat, artık bu dönemde halk için yapılmalıdır görüşüyle yer değiştirince bu yönde bir yaygınlık da söz konusu olmaya başlıyordu. Neoklasizm, devrim ülkülerini ve devrimin gücünü dile getiren bir anlayışla yola çıkan ressam David’i dönemin sembol ressamı haline de getiriyordu. Zaten Neolklasizm ve David’in ortaya çıkmalarından sonra Rokoko tarihe karışmış oldu. David’in ortaya çıktığı an da Fransız resmi hem toplumsal hem de plastik açıdan bir kriz içindedir. Sanatçı 1755 yılında Roma’ya gitmiştir. Işık ve gölge ile elde ettiği hacimli röliyefsi etkiler onun için çok önemlidir. Zaten Roma’dan döndüğü sırada antik temaları seçmiş ve ifadeci bir anlayıştan yana olmuştur. Fransa’nın sahip olduğu resimlerin ve sanat felsefesinin değişmesine epeyce hizmeti dokunmuş olan sanatçı, sanat dünyasında değerli değersiz ressam ayrımına gidilmemesini sağlamıştır. Tiyatro ile de ilgilenmiştir. Zaten çok figürlü resimlerindeki tiyatro düzeneğinin de temelleri buralara dayanmaktadır. Devrime paralel olarak, sanat yapıtının didaktik bir özelliğe de sahip olması gerektiğini söylemiştir. Sanatçının belki de en önemli eseri “Marat’ın Ölümü” isimli resmidir. Antikite etkili “Horasların Yemini” isimli çalışmasını da unutmamak gerekiyor. Bir diğer neoklasik ressam ise; İngres’dır. Estetik amaçları pek anlaşılamayan bir sanatçı olarak bilinmektedir. 1806’da Salon yarışmasına gönderilen eserleri küçümsenerek reüze edilmiştir. Raphael’e, Fransız ve Flaman primitif sanatına yakınlık duymuştur. Floransa’daki Masaccio freskoları onu İtalya’da çok etkilemiştir. Roma’ya yaptığı ilk yolculuğunu epey bir uzatmıştır. Sanatçının “Odalık” ve “Türk Hamamı” gibi eserleri çok dikkat çekmiştir. Fransa’da insana dayalı bir neoklasizm gelişirken, yani bir portre ve ifade olgusu ağırlıktayken, özellikle İngiltere’de, manzara resimlerinde özellikle suluboya çokça kullanılmıştır. Yanı sıra “Yaşam ile Ölüm arasındaki Hayvan Mücadeleleri” de çok önemli bir konu olarak dikkati çeker. Bu yönde önemli isimlerden birisi; George Stubbs’dur. Bir başka konunun ise ; “sosyete kompozisyonları” olduğunu söyleyebiliriz. Bu yönde, o zamanın İngiltere’sinde dikkati çeken isim; Arthur Devis’dir. Bir çeşit Rokoko üslubunu devam ettirir bu sanatçı. Özellikle bir başka konu olarak da “Janr Resmi” nin dikkat çektiğini görüyoruz. Bu doğrultudaki bir isim ise; William Hogarth’dır.
Neoklasik resmin İtalya’da ne durumda olduğuna bakacak olursak; bu dönemde şehir resimleri yapıldığını görebiliriz. Bu resimlere Venduta resimleri de denmektedir. Ressamları içinde de en önemlileri; Canaletto, Guardi ve Pannini gibi isimlerdir. Bu sanatçılar, fotogerçekçi tarzda ele aldıkları İtalya’nın önemli meydanlarını, şehir köşelerini resimlerine aktarmışlardır. Resmettikleri yerlerin topografik karakterlerini ortaya koymak en önemli özellikleridir bu ressamların... Bunlar birer belge anlamı da taşımaktadırlar biz izleyiciler için. Kısaca resim sanatının belki de fotograf sanatı ile eşdeğer anlama ulaştığı, adeta özdeşlediği bir resim kulvarını da Venduta ressamları oluşturmaktadırlar.
Neoklasik resmin İspanya’daki durumuna gelince; burada karşılaştığımız önemli kişiliğin adı; Francisco de Goya’dır. Bu sanatçı 18.yüzyılın sonlarında ortaya çıkardığı resimlerle, bir anlamda Klasik resmi romantik ve gerçekçi resme, bir o denli de gerçeküstücü resme yaklaştıran insan olmuştur. Özellikle, Goya’nın 1776 yılında ustası kabul ettiği Velasquez’den kopyalar yaptığı ve ilk gravür çalışmalarına da giriştiğine tanık oluyoruz. 1799’da saray başressamlığına atanmıştır. Çok sayıda portre yaptı. Dördüncü Carlos’u ailesi ile beraber resmeden sanatçı, en önemli eserlerinden birini de böylece yapmış oldu. Sanatçının esin dünyasını oldukça etkileyen olayların başında, Napolyon savaşları gelmektedir. Hatta bu sıralarda halkın yaşantısı içine girerek, kendine bu yönde de bir konu bile geliştirdi. 1823’de Yedinci Fernando ona pek sempatik gelmedi ve böylece o da Fransa’ya gitti. Doğaldır ki sanatçının en büyük özelliği 19. yüzyıl resmine büyük etkiler taşımış olmasıdır. Sanatçının gravürcülüğü büyük hayranlık yaratmıştır, sanat tarihi dünyasında... Yağlıboya ve portre ressamı olarak; 1900’lerden sonra keşfedilebilmiştir ancak. Bu tarihte sanatçıya ilk toplu sergisi de düzenlenmiştir.
türk resmi 16.-18. yüzyıllar arasındaki Türk resmine gelince; bu 400 yıllık süreç içinde Minyatür resmi devam etmiş, 18.yüzyıl sonlarından itibaren Taşbaskı resimler ve Duvar resimlerinin bulunduğu birara evreden hemen sonra, artık 19 ve 20. yüzyılda Batılı anlamda tuval resmine yönelinmiştir. Şimdi, 16.yüzyılın minyatür resmi açısından çok hareketli geçtiğini hemen söylemeliyiz. Çünkü Türk Minyatür Resim Tarihi’ne adını yazdıran büyük ustalar bu yüzyılda karşımıza çıkar. Bu dönemde görev başında olan padişah II. Bayazıd, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman dönemlerini gören Matrakçı Nasuh, padişahlarla gittiği her menzili resmetmiştir. Sırasıyla meydana getirdiği eserler, “Tarihi Sultan Bayezıd”, “Süleymanname”, “Beyanı Menazil-i Sefer-i Irakeyn Sultan Süleyman Han” gibi eserlerdir. Sanatçının 1564 yılında İstanbul’da öldüğü bilinir. Sanatçının minyatürlerinde, konaklama yerleri ve kentler topografik bir bakışla doğası ve yapılarıyla ele alınmış, mimari öğeler tüm ayrıntılarıyla işlenmiştir. Osmanlı klasik sanatının yüksek dönemi III. Murad dönemi minyatür ressamlığıyla belirlenir. Bu dönemde Nakkaş Osman tarafından “Hünername” isimli bir eser resmedilmiştir. İki ciltlik bir yapıttır. Nakkaş Osman’ın yine III. Murad dönemi için hazırladığı bir başka eser de “Şehinşehname”dir. Diğer bir eseri de “III. Murad Surnamesi” dir. Burada da padişahın oğulları için düzenlenen şenlikler anlatılır. 17.yüzyıldan “Divan-ı Nadiri” isimli eser de çok önemlidir. Daha sonra 18.yüzyıl başlar0ına tarihlenen “Surname-i Vehbi” isimli eser, Nakkaş Levni tarafından yapılmıştır. Bu eser de III Ahmed dönemine aittir. Bu yüzyıldaki bir başka ressam da Abdullah Buhari’dir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:23 am | |
| yakınçağda resim Bu çağ 1789 Fransız İhtilali ile başlar ve içinde bulunduğumuz 20.yüzyıla kadar olan zamanın genel adıdır. Bu noktada ihtilal sonrasında yerleşmeye başlayan milliyetçi fikirler ve sıkı bir demokratikleşmeye doğru yönelme, beraberinde bir çok sanat akımlarını getirmiştir. İşte bu akımların ilkini Romantizm oluşturur. Fakat Yakınçağ içinde, 19.yüzyıla ait olmak üzere dikkati çeken iki tane akım başlayıp bitme şansını yakalmışlardır. Bunlar romantizm ve realizmdir. Sadece başlayıp, diğer yüzyıla da uzayan bir üçüncü akım ise Naturalizm kökenli olan Empresyonizm (İzlenimciliktir).
romantizm Bir kere Avrupa 1789’dan 1815’e kadar savaş içindeydi. Romantik resamların çoğu, Neoklasizmin bir merkezi olan Roma’da yetiştikleri için, resme Neoklasizmle başlamışlardı. Fakat, teker teker kendi güçleriyle bundan sıyrılmayı da başardılar. Nasıl Rönesans’a bir tepki olarak ortaya Barok, Barok’a ve Rokoko’ya da bir tepki olarak Neoklasizm çıkmışsa, Neoklasizm’e bir tepki olarak da Romantizm’in çıktığı düşünülebilir. Zaten Neoklasik David, Fransa’da ilk kuşak Romantik ressamlar içinde gösterilmiştir. Neoklasizm’de küçümsenen manzara, Romantizm’de baş tacı edilecek, romantik duyguların aktarımı için iyi bir ilaç olarak gösterilecekti. Bonnigton ve Constable, romantik resmin avangarları olarak gösterilebilirler. Bu ressamlar, Hollandalı Barok Manzara ressamlarını kendilerine öncü almışlardır. David atölyesinde yetişen ressam Jean Gros, romantik eğilimlere ilgili bir ressam olarak dikkat çekti. Romantik ressamlarda, canlı bir yoğunluk, öznel yaşam ve bireycilik bir bileşke göstermiştir. Diğer Romantik ressamlar olarak bilinenlere gelince; bunlar İngiliz William Turner, William Blake, Fransız Theodere Gericault, Eugene Delacroix gibi isimlerdir. Caspar David Fredrich’i de Alman Romantik resminin temsilcisi olarak saymak gereklidir. Özellikle Delacroix’ın 1830 yılında yaptığı “Halka Önderlik Eden Özgürlük” isimli eseri, müthiş bir romantik yükü ortaya koyarken, izleyicinin birtakım gerçeklerin de farkına varmasını sağlamıştır. Romantik resmin bir özelliği de, resim sanatçısı grupların ortaya çıkmış olmasıdır. Bunların başında “Nazerenler” gelmektedir. Bu grup 1810-1830 arasında Roma’da kurulmuştur. Alman ve Avusturyalı ressamlar tarafından kurulmuştur. Bunlar, Fredrich Overbeck, Franz Pforr, Peter von Cornelius ve Julius Schnorr von Carolsfeld’dir. Bir başka resim grubu da Preraphaelciler (Önraphaelciler) idi. 1848 yılında toplanan yaklaşık 1853’den itibaren dağılan bu topluluk, bir İngiliz sanatçı topluluğudur. Özellikle Victoria döneminin yeniliklere açık olmamasına ve sanayi çağının idealizm eksikliğine bir başkaldırı olarak, Önraphaelciler, edebiyat ve simgelere, efsaneler ya da kutsal kitaba dayalı bir esinin yardımıyla, 15.yüzyıl İtalyan sanatının saflığını bulmaya çalıştılar. Bu grubta da, duyarlı olan John Everett Millais, Lirik ve romantik Dante Gabriel Rossetti, ayrıntılarda ve anlatılarda çok titiz William Holman-Hunt ve tarihsel-efsanevi konulara ilgi duyan Edward Burne-Jones bulunmaktadır. Raphael’in gelenekçiliğine dönüş anlamı taşıyan, grubun manifestosu dikkat çekicidir.
Romantizm resminde konu olarak dikkati çekenlerden biri de “Portre” idi. Özellikle bu konu türü Nazerenler tarafından desteklenmiştir. Bilinegelen bütün duruşlar denenmiştir denilebilir. Fakat romantikliği imleyen bir psikolojik yapılanma altında ele alınan figürler kullanılmıştır dersek, sanırım hata da yapmamış oluruz. Yanı sıra konu olarak; bir başka dikkati çeken yaklaşım da “Manzara ve Deniz Kompozisyonları” idi. Bu konuyu işleyenlerin en başında ise; İngiliz romantik ressam William Turner geliyordu. Özellikle deniz manzaralarının her türlüsünü, daha da doğrusu her iklim şartlanması altında ele alanı bu sanatçıydı. Özellikle Turner’in, “manzaraların maddeden arındırılması” eğilimi çok önemlidir. 1840’dan itibaren manzaralarında katı ve sıvı ayrımı ortadan kalkmıştır. Onun elinde, manzara geleneği tamamen kırılmıştır. Sanatçının çoğu manzaralarında ufuk çizgisi, ya kendini saklamıştır ya da tamamen kaybettirilmiştir. Kullandığı renkler, en somut manzarasından en soyutuna tamamen romantiktir. Sanatçı resimlerine bakarken, kendini hem mutlu hem de mutsuz hissettiğini söylemiştir. Fakat doğal manzara anlayışı çerçevesinde hizmet veren ve dikkati çeken önemli bir başka isim de John Constable’dir. Romantik akım 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiş, bu akımı realizm akımı takip etmiştir.
realizm Bu resim akımı,gerek Neoklasizm, gerekse Romantizm’in biçimsel güzellik anlayışına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu gerçekçiliğin üç anlatım yolu vardı. Bunlardan biri, Barbizon Okulu’nun benimsediği manzaracı gerçekçilik, diğeri akademik gerçeklik, bir diğeri ise; sosyal gerçeklikti. Ressamın nesnel bir tutum içinde olmasını isteyen gerçekçilik, düşsel ve ahlakçı tablolar dışında, uzun süredir resimden uzaklaştırılmış olan köylü, işçi gibi konuları yeniden gündeme getirmiştir. Özellikle Honore Daumier’in, “Transnonain Sokağı Katliamı”, Gustave Courbet’nin “Taşkırıcıları”, Millet’in “Harmancı” isimli çalışmaları gerçekçilik resminin başlangıcını gösterir. 1848 devrimi, bu insancıl-doğalcı sanatı meydana getirmiştir. Daumier’nin taşbaskı,yağlıboyaları anlatımcı bir gerçekçiliğin en somut örnekleridir. Millet’nin resimleri ise çoğunlukla köy ve köylü durumunu anlatır ve klasik bir boyuta ulaşır. Millet’in çevresinde kurulan Paris’e yakın bir yer olan Barbizon Köyü’ndeki okul içerisinde, Rousseau da olmak üzere; gördüğü her şeye tam bir bağlılık aranmıştır. Fakat Courbet’nin 1855’deki büyük sergisi bir bakıma tam bir gerçekçilik manifestosu anlamı taşıyordu. Courbet’nin gerçeklik anlayışını yakın dostu ve arkadaşı felsefeci Proudhon, felsefi temellere oturtmuştur. Böylece tam bir akademik gerçekçilik meydana gelmiştir. Taşçıları, tohum eken köylüleri, kapana sıkışmış da can çekişen bir kurdu resmetmekle tam bir sosyal aynı oranda da doğal süreçlerle meydana getirilmiş gerçekçilik yaratılmış oluyordu. Söz konusu gerçekçilik içinde yatan tüm naturalist doktirinler kuşku yok ki Empresyonizm (İzlenimcilik) adıyla bilinen bir resim sanatının yolunu açmıştır.
Realizm resmi, Rusya’da da dikkat çekmiştir. Burada da 19. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Tschaikowsky’nin müziği, Tolstoy ve Dosteyevski’nin yazı ve romanları, gerçekçi ressamların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu ressamlar, Ilja Repin, Ivan Schischkin ve Ivan Kramskoj’dur. Demokratik rejime dönüşümü ortaya iten bir fikir birliği de bu ressamlarda vardı.
empresyonizm (izlenimcilik) Avrupa resmi içinde 1860’lardan başlayarak 1930’lara kadar resmen sürmüş, gene de günümüzde bile elden hiç bırakılmayan bir resim akımıdır, izlenimcilik. Böylesine önemli bir resim akımını, özetlemek oldukça güçtür. Ama gene de biz, bu akımın genel tanıtımını yaparak, işe bir başka boyutla yanaşmak istiyoruz. Birkere bu resim akımının çıkış yerinin Fransa olduğunu hemen söyleyelim. Bu akım gelipte kapıyı vurmadan önce, bu akıma öncü olabilecek çok fazla resimsel gelişme de bulunmaktadır. Birtakım Rönesans ressamlarıyla başlatılan öncesi durumu, Barok manzaracılara, hatta janr ressimlerine, oradan Romantiklerin manzaralarına, oradan da gerçekçilik akımına kadar vardırabiliriz. İzlenimci ressamlar, geçici bir anı yakalamaya çalışarak , nokta şeklinde fırça darbelerini, açık renk değerlerini, ayrışık renkleri sistemli bir biçimde kullanarak; sis, kar, gibi konuları seçerek resim sanatına köklü bir değişiklik getirdiler. İzlenimci resim Avrupa resminde tam bir devrim yaparak, Manet’den Cezanne’na kadar somut bir gerçekliğe kavuşmuştur. Bu akım en yalın ifadesini, Monet, Renoir,Pisarro ve Sisley’de bulur. İzlenimci ressamların ortak özelliklerinden biri; akademizme karşı çıkmalarıdır. Karşı koyanların başında, Manet ve Whistler gelmekteydi. Genel anlamıyla İzlenimci ressamlar, Japon sanatını keşfettiler, fotografın resim sanatına olan etkisini araştırıp ortaya koydular, ışık çözünmesi ve Chevreul yasaları, Delacroix’nın yansıma kuramları ve açık havada çalışmanın yaraları üzerine giriştikleri tartışmalarda estetik anlayışlarını gündeme getirmişlerdir. İzlenimci ressamların tuvalleriyle başbaşa kaldıklarında yapmaları gereken şeyler vardı ve şunlardı; herşeyden önce, geçici bir görünüş resmedilmektedir, zaman yoktur, malzemeyi de hızlı biçimde kullanmayı kavramak ve benimsemek gerekiyordu. Sonra, boyayı tuvvallere hızlı sürmek, edinilen ilk izlenimin bozulmaması için çok önemlidir. İlk izlenim denilen şeyin yitirilmemesi için, manzaranın ayrıntılarıyla değil, bütünüyle ilgilenme gereksinimi vardır. İzlenimci ressamların desen çizmeye de pek vakitleri olmuyordu. Onların fotograf sanatçısı Nadar’ın atölyesinde 1874’de açılan ilk sergileri çok önemlidir. Tuvalleri üzerine nesneler dünyasına ilişkin bildiklerini değil, duyduklarını koyuyorlardı. Mesela; 1883 yılında, ressam Monet, renkleri daha belirgin kılmaya, biçimleri daha canlı modle etmeye verir kendini. Buna rağmen Renoir ise; rengi ikinci plana iterek deseni resmin başilkesi yapar. Pisarro ise; önceleri Yeniizlenimcilere yönelse bile, daha sonra bu huyundan vazgeçer. Cezanne, izlenimciliğe 1872 yılında Pisarro ile birlikte çalışırken ayak uydurabilmiştir. Manet ve Degas ise bazı sanat yazarları tarafından izlenimciliğin gerisinde kalmakla itham edilmişlerdir. İzlenimcilik, bir anlamda kimilerine göre Manet ile kimilerine göre ise; Monet ile başlatılır. Burada bir avangardlık sorunu var gibi gözükse de çoğun avangard olarak gösterilen Monet olmuştur.
Bir kere klasik resim prensiplerini pek elden bırakmayan Manet, refüze görenlerin de başında geliyordu. Fakat söz konusu bu refüze olayıyla resim sanatının içine reaksiyonerlik terimi de gelip yerleşmişti bile... Özellikle Manet’nin “Olimpia” sı ve “Kırda Kahvaltı” sı tepki yaratmış eserleri olarak dikkat çekmiştir. Fakat her iki resimde de var olan ahlak kurallarının, yıkıldığı savı ile bu eserlere tepkiler verilmiştir. Monet ise; Londra yılarında sisde, karda, yağmurda çalışmalar yapmıştır. Rouen Katedrali Serisi’nde de gün ışığının katedralin ana cephesi üzerinde bıraktığı etkileri araştırmıştır. Nilüferler, Saman Yığınları üzerine yaptığı seri oluşumlu çalışmalarda da resmin, ışıktan dolayı somut ile soyut olan arasında nasıl gidip gelebileceğini ortaya koymuştur. Yeni İzlenimci resmin önünü açan, Pisarro ise; nesnelerin resim tekstrü içinde nasıl eriyip gidebileceğini ortaya koyması önemliydi. Çeşitli peyzajlar, cadde ve sokak görünümleri yapan sanatçının noktacı vurguları önemlidir. Sisley’de manzara dayalı bir üsluptan yana gözüküyordu. Fakat, Renoir’ın özellikle kadın tenini ön plana getiren, resimleriyle ideal güzellik fikri tamamen izlenimci felsefeyle yıkanmış oluyordu. Degas’ya gelince; o da ömrünün epey bir kısmını balerin olgusuna ayırdı ve özellikle bale dersi yapanları, bir bale düzeneğinin coşkusunu resimlerine aktardı. Özellikle İzlenimci kuşağın en ilginç aşamasını oluşturur, Paul Cezanne’nın resimleri. İlk izlenimlerini resimlerine dökmez, aksine aynı resmi çok defa yeniden yapardı. İzlenimcilerin sergilerine de katılan sanatçı, farklı bir kulvara sahipti. Cezanne için önemli olan resimsel prensip; biçim ve hacim armonisini sağlamaktı. Sanatçı kübizmin yolunu açan ilginç bir konstürüksüyon ortaya koymuştur. İlerici hareketleriyle izlenimci dönem içinde çağcıllaşan fakat tamamen mantık olarak izlenimcilik sonrasına işaret eden bir yapısı vardır, Cezanne’nın.
İzlenimci resim daha sonra bir de Neoempresyonizm ismi ile bilinen Yeniizlenimcilik akımıyla karşımıza çıktı, bir de Postempresyonizm olarak bilinen İzlenimcilik sonrasıyla... Tamamen 19. yüzyılın sonlarında ressam George Seurat’nın başlattığı, Paul Signac’ın yaygınlaştırdığı bir resim akımıdır. Bu akım, Helmholtz, N.Rood, Cros’un bilimsel kuramlarından kaynaklanan renklerin bölünmesi yasasının resme uygulanmasıdır. Seurat’nın “Grand Jatte Adasında Bir Pazar Günü” isimli eseri bu akımın tam bir manifestosudur. Bunlara puantalist (noktacı) ressamlar adı da verilmiştir.
İzlenimci resim sonrası olarak Postempresyonizm adıyla bilinen dönemdeki en çarpıcı isim kuşku yok ki Vincent Van Gogh’tur. Hollandalı olan bu ressam, duygulara dayalı ekspresyonist bir resim sanatının da başlangıcını yapmıştır. Denilebilir ki hem fovist hem de ekspresyonist sanatçılara yol açmıştır. Mesela Fovistlerin kullandığı tüpten çıkmışlığı, sarı renk üzerinde Van Gogh da kullanmıştır. Doğayı irrealize edebiliyordu. Resmin kelimelerle değil, renkler ve biçimlere dayalı bir anlatım yolu olduğunu savunuyordu. İzlenimcilik sonrası kuşağa yer yer eserleriyle Cezanne’da, Gauguin’de girebilmektedir.
Bir başka akım da Sembolizm idi. Bu resim akımının en büyük ismi şüphesiz Paul Gauguin idi. Nabi Okulu’nun temeli de bu sanatçıdır. Sanatının özelliği iki yönde aranmalıydı. Biri teknikte, diğeri ise; içerikte. Gauguin, resimlerinde bölmecilik (Cloissonnisme) biçimselini kullanmıştır. Buna göre resim yüzeyi bölmelere ayrılıyor, bu bölmeler kenar çizgileri ve kesin renk ayrımlarıyla da bir takım bölüklere paylaştırılıyordu. Böylece resimlerine yüzey resmi özelliği de kazandırmıştır, sanatçı. Burada iki özellik vardır; biri bölen çizgilerin resmi dolaşması ve birbirini keserek bölmeleri meydana getirmesi, diğeri ise; renklerin dümdüz sürülmesi. Bir başka özelliğine gelince; sanatçının resimlerinde renk sembolcülüğü vardı. Buna göre; belirli bir ifade gücünü sağlamak için rengi kullanma yetisi; özellikle ekspresyonistlere, hatta Edward Munch’a ve kuzeyli sanatçılara öncülük etmiştir. Renkler sanatçıda belirli ifadeler de demekti. Sanatçıda belli bir görüş, resim diline çevrilir. Bu akımdaki en etkili grup 1888 yılında Pierre Bonnard, Maurice Denis, Edouard Vuillard ve Felix Vallotton gibi ressamlarla kurulmuş ve ismine de “Nabiler” denmiştir. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:23 am | |
| yirminci yüzyılda resim Böylece 19.yüzyıl içinde ortaya çıkan resim sanatı akımlarına da bakmaya çalıştık. Sıra, şimdi de 20 yüzyıl içinde gelişen resim sanatı akımlarına bakmaya geldi. Öncelikle 20. yüzyıl bizlerin de içinde bulunduğu bir çağ olmasıyla diğer çağlardan hemen ayrılıyor. Bu çağ içinde iki dünya savaşı, Rus ihtilali, Hitler Nasyonalizmi, gibi çok önemli olaylar var. Yanı sıra uzaya gidilip, aya ayak basılması, beraberinde medyatik alet ve aygıtların süratle çoğalması, bilgisayar denen aletin getirdiği bütünsel kolaylıklar da bulunmakta. Şimdi bütün bunların yanı sıra bu çağın sanat akımlarına gelince; sanat diyorum, görünen o ki bu çağda resim heykelle, heykel mimarlıkla, mimarlık ise resimle tamamen bir senteze gitmiş gözüküyor. Kısaca sanat dallarının sınırları ortadan kalkmış durumda. Bu çağın başında, özellikle iki resim akımı hemen dikkati çekiyor. Bunlardan biri Almanya’da Ekspresyonizm (Dışavurumculuk-İfadecilik) diğeri ise; Fransa’da Fovizm’dir.
Önce Almanya’da ortaya çıkan; Ekspresyonizm’i ele alalım; bu akım, 1905 ile 1925 yılları arasında tam gelişmesini ortaya koymuştur. Bu akımın sanatçıları, özellikle hızlı kentleşmeye, sanayileşmeye ve toplumsal statüleşmeye karşı durarak, bunlara karşı ifade biçilerini resim sanatında da kullanmışlardır. Dışavurum sözcüğü, 1911 yılında, “Soyutlama ve Etki” isimli kitabında ilk defa William Worringer tarafından ele alınmıştır. Bu akımın dört önemli gelişmesi vardır. Bunlar, 1905’de Dresden’de kurulan Die Brücke (Köprü), 1909’da Münih’te kurulan Neue Künstlervereinigung (Sanatçıların Yeni Topluluğu) adındaki sanatçı toplulukları ve 1910’da ilk sayısı çıkan Der Sturm (Fırtına), 1911’de ise; Der Sturm’a rakip olarak çıkan Die Aktion (Eylem) dergileridir. 1905 yılında kurulan Die Brücke grubu, Ernst Ludwig Kirchner etrafında, Karl Schmidt Rottluff, Erich Heckel, daha sonra gruba Otto Müller, Emil Nolde ve Fritz Bleyl ile dikkati çekmiştir. Özellikle Kirchner, gece hayatınının debdebesini ve askerlikle ilgili konulara dair resimler yaparken, renk duyarlılığı ve biçimsel yorumlarıyla da dikkat çekmiştir. Rottluff, gruba taşbaskıyı tanıtma özelliğiyle bilinmektedir. Heckel, diğer gruptan arkadaşları olan Macke ve Marc ile olan dostluğu sayesinde, iki grup arasında kurduğu diyalogla göze batmıştır. 1909’da kurulan diğer grup Neue Künstlervereinigung ise; Wassiliy Kandinski ve Franz Marc etrafında kurulmuştur. Bu grup, Der Blaue Reiter isimli bir almanak bile hazırlamıştır. Kandinski, dış dünya ile insan yaşamı arasında sentezlere gitmiştir. Marc’a gelince; dinsellik için, sanatı bir yol olarak görmüştür. Daha sonra bu gruba Alexii Jawlenski ve August Macke’de katılmıştır. Alman Ekspresyonizmi içine alabileceğimiz diğer sanatçılara gelince; bunlar Lovis Corinth, Oskar Kokoschka, Ludwig Meidner, George Grozs ve Otto Dix’tir.
Neue Sachlichkeit (Yeni Nesnellik), Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bir akım. Anlatımcılığın uçsuz bucaksızlığına rağmen, Yeni Nesnelcilik soğukkanlı bir gerçekçilikle ilintilidir. Kimi ressamlarda, bildik eşyaların ya da sanayi ortamının ayrıntılı tasvirinin ötesine geçmeyen bu gerçekçilik anlayışı, sonunda büyüsel bir bakışa veya bir keskinliğe dönüştü. Çoğu kez bu akımın bazı sanatçıları, Almanya’daki kusurları birbir gözler önüne serdiler. Bunlara “verismocular” denildi. Bu sanatçılar Georg Grosz, Otto Dix, Max Beckmann, Rudolf Schlichter’dir.
Fransa’da ortaya çıkan Fovizm’e gelince; bu akımın bilinen en doğru tanımlamalarından biri, Henri Matisse etrafında oluşmuş olmasıdır. Şüphesiz Van Gogh ve Gauguin’in resimleri bu akımı hazırlayanlardandır. Bir etkileyici özellik de Gustave Moreau’dur. En etkin Fov ressamlar Matisse, Marquet, Rouault, Vlaminck, Derain idi. Moreau onlara hocalık ettiği süre içinde, “eski ustalarda, rengin imgeye dönüşümümü yakalamaya çalışın” öğüdünü vermiştir. Matisse ve arkadaşları bu öğüdü, Dufy ve Friesz’e de benimsettiler. Daha sonra, Hollandalı Van Dongen’ini de aralarına kattılar. Fovizm herşeyi katışıksız renklerin düzenlemesiyle anlatmak eğilimindeydi.Anlatılacak en önemli şey de sanatçının doğa karşısındaki duygu ve düşünceleriydi. Fakat Fovistler doğa görüntülerini, biçimsel olarak taklit etmek yerine, geliştirilecek düşünce ve duygu temaları olarak ele alıyorlardı. Kübizme, gerçeküstücülüğe ve soyutlamaya giden yolun açılmasına katkıda bulunduktan sonra Fovların çoğu, özellikle 1908’den başlayarak başka yönlere kaymışlardır.
Kübizm, resimde çok farklı bir devrimdi. Resim ve resmin gerçekle olan ilişkisine yeni bir boyut getirdi. Gelenekçi resim, bu akımla bir anlamda son buldu. Özellikle bu akımın başını çeken Picasso ve Braque’a zemin hazırlayanlar, başta Cezanne olmak üzere, primitifler, zenci sanatı ve fovistler oldu. Kübizmin ilk evresi Cezannne’cı evredir. Sonrasında analitik evreye geçilmiştir. Cezanne’cı dönemde gerçek, temel biçim ve hacimlere indirgenmiştir. 1910’dan itibaren analitik döneme geçilir. Böylece hacimler açılarak parçalara ayrılır, böylece düzlemlerin incelmesine dayanan bir resim sanatı geliştirilir. Renklere kısıtlama gelmiştir. Külrengi ve toprak rengi kullanılır. 1912-13’den başlayarak, Sentetik Kübizm olgusu, kullanılan kolaj malzemelerle devreye girer. Böylece resim somut ile soyut arasında bir çizgiye de yerleşmiş olur. Sentetik Kübizm ile, nesne rastlantısal ayrıntılardan kurtulur ve renk tekrar devreye girer. Picasso, Braque, Gris’nin dışında Duchamp Kardeşler’in etrafında toplanan; Gleizes ve Metzinger, ayrıca Marcoussis, Andrea Lhote, Robert Delaunay, Fernand Leger gibi kübistleri de bu tip değerlendir}e içine alabiliriz. Fakat kübizm asıl izlerini, “Maleviç-Süpramatizmi”, “Tatlin, Pevsner, Gabo- konstrüktivizmi”, “Mondrian- Yeni Plastikçili’ği ” olarak bırakmıştır.
Fütürizm, İtalya ve Rusya’da kendini hissettiren, geçmişin reddine ve çağdaş dünya verilerine inanmaya dayanan bir çağdaş sanat akımıdır. Fütürist sanatçılar, 1909 yılında manifestolarını yayımladılar. Manifestoyu şair Marinetti yayımlamıştır. Giacoma Balla, Umberto Boccioni, Carlo Carra, Luigi Russola, Gino Severini gibi ressamlarla kurulmuştur. Ressamlar her türlü popülizmi bir tarafa bırakmışlar, kent yapılarından esinlenmişler, bölmeci ve kübist öğeleri kullanmışlardır. Rusya’da ise Tatlin ve Malevich fütürist gelişmelere yardımcı olmuşlardır. Dinamizm, hız, gibi olguları da resimlerinde kullanmışlardır.
Orfizm; Robert Delaunay’ın resim sanatındaki araştırmalarına, Guillaume Apollinaire tarafından verilen isimdir. Orfizm; Orfik Kübizm anlamı taşıyordu. Bu araştırmalar, biçim ve renge değil, biçim ve hareketin oluşumunu sağlayan renk öğesine dayalı bir ifade etmeden yana bir biçem ortaya koyuyordu. İstesede istemese de bu akıma tam olarak uymayan, fakat sokulmak istenenler; Fernand Leger, Picabia, Kupka ve Kandinski‘dir. Asıl olarak Delaunay’a yakın olanlar ise; Amarikalı Patrick Henry Bruce, M.Russel ve S.Macdonald’dır.
Dadaizm; Özetle Zürih’de doğan ve doğduğu sıralarda Amerika’da da kendini hissettiren ve 1923 yılına kadar bütün Avrupa’ya yayılan ve birçok avangard akım üzerinde etkisi olan, yıkıcı sanat (anti-art) ve aynı zamanda düşünce akımına verilen isimdir. Çeşitli ülkelerde, çeşitli ressamlarla yayılma zemini buldu. 1913-14 yıllarında ilk ready-made’lerini yapan Marcel Duchamp, Francis Picabia ve Man Ray ilk öncüleridir, Dadaizm’in. Özellikle Georg Grozs ile Berlin’e, Max Ernst ve Hans Arp ile Köln’e, Kurt Schwitters ile de Hannover’e girmiştir. Fakat unutulmamalıdır ki 1923’de Dadaizm ortadan kalksa bile bazı avangard akımlar olan; öncelikle Gerçeküstücülüğe, sonrasında da Happening, Pop Art, Yeni Gerçekçilik, Kavramsal Sanat gibilerinin temellerini hazırlamıştır.
Rayonizm; bu akım, 1911-1914 yılları arasında Rusya’daki Fütürist hareket çevresinde, Rus ressamlar, Michail Larionow ve Natalija Gontscharowa etrafında kurulmuştur. Erken formları, soyut sanatın yolunu açmıştır. Bu akım, İtalyan fütüristleri, Delaunay’ın Orfizm’i ve Kübizm sınırlarının kaynaşması sonucunda ortaya çıkmıştır denilebilir.
Neoplastizm (Yeni Plastiklik); yaklaşık 1917 yılından itibaren Piet Mondrian tarafından oluşturulan ve De Stiljl Grubu ve Dergisi tarafından bazı değişikliklerle geliştirilip uygulanan bir estetik kuram. Bu akım, anlatım araçlarının yalınlığıyla tanınır. Yatay ve düşey çizgiler, temel renklerin yanı sıra siyah, beyaz ve griye boyanmış, düz yüzeyler dikkati çekmiştir. 1920’de Paris’de Neoplastizm ismiyle bir kitap da yayınlanmıştır. | |
| | | LiMaN Administrator
Mesaj Sayısı : 1977 Kayıt tarihi : 10/12/06
| Konu: Geri: SANAT EĞİTİMİ Perş. Mart 29, 2007 7:24 am | |
| Sürrealizm (Gerçeküstücülük); Kesin bir estetik ortaya koymayan bu akım, resimde, desen ve resmi bir anlatma aracı olarak gördü. Bu akım içindeki resim sanatının kaynakları çoktur. Gustave Moreau’da olduğu gibi simgeci görüntüler, De Chirico’da olduğu gibi metafizik gariplikler, Marcel Duchamp’da olduğu gibi dadacı köktencilik, Picasso’da olduğu gibi kübistce yeni sorgulamalar, Kandinski’de olduğu üzere; soyutlamanın şiirsel kendinselliği, ilkel ve naif sanatta, hatta akıl hastalarında olan; ilkel ya da akıldışı yaratıcılık, bu akım resim sanatına öncü olmuştur. Gerçeküstücülerin asıl amacı, bilinçaltı zenginliklerini ortaya dökmek ve insanoğlunun derinliklerini kavramaktır. Ortak bir üslup oluşturamayan gerçeküstücülerin, büyük farklılıkları vardı. Aynı şiirsel coşkuyu taşıdılar, rastlantısal olan durumlardan yararlanmaya çalıştılar, öznelliği ortaya koymada aynı büyük yaratıcılığı gösterdiler. Max Ernst’in kolaj ve sürtmeleri, Masson, Miro ve Tanguy’ın desenleri ve otomotik resimleri, Masson’un kum tabloları, Man Ray’ın rayogramları, Magritte’nin nesneleri alışılmamış bir biçimde yan yana getirmesi ve akademik üslubu, Arp’ı çok renkli soyut kabartmaları, 1920’li yılların gerçeküstücü resim eğilimleridir. 1930’lu yıllara gelince; işin içine Salvador Dali girer. Gerçeküstücü nesne arayışı başlar. Çıkartma,dumanlama ya da kazıma gibi Matta’nın en üst düzeyde temsil ettiği mutlak otomatikliğe benzer yeni teknikler ortaya çıktı. Amerika’ya göç eden Masson, Ernst, Matta’nın Amerikan sanatı için katkıları büyüktür. 1930’lu yıllardan sonra 40’lı ve 50’li yıllarda akımın resim sanatı genişledi. Toyen, Svanberg, Molinier ve Silberman gibi isimler katıldılar. Gerçeküstücü resmin görünümünü yenilediler. Olağanüstü ve fantastik boyutlar gelişti. Hatta düşsel figürasyon ve lirik soyutlama gibi karşıt eğilimlerin izi de görüldü. Bu akım, kısmen de olsa, pop art’ı, yeni gerçekliği, yeni figürasyonu ve belirli bir soyutlama anlayışını etkilemiştir.
Soyut Sanat; geneli itibariyle 20. yüzyılda elle tutulur gerçekliği, betimlemeyi, hareket noktası olarak almayı reddeden ve bu gerçekliği bir soyutlama işleminden geçiren ya da geçirmeyen plastik ve grafik sanat akımı olarak açıklanabilir. Şu ana kadar açıklamaya çalıştığımız bütün akımların içinde soyut tanımı hep vardı. Bu anlayışın temelini isterseniz, Empresyonizm’de, isterseniz Ekspresyonizm’de veya Orfizm ya da Yeniplastiklik’te arayın. Değişmez, bunların hepsi somut öğeleri taşıdıkları kadar soyut öğeleri de taşımaktadırlar. Artık mesaj, sanatçıyla yapıtı arasındadır sanki. Soyut sözü genel bir sözdür. Kaba bir söyleyişle 1875 ile 1940 yılları arası resim sanatı akımları biraraya gelecek ve bu biraraya gelmeyle oluşacak kombinasyonlar, 1940 sonrası resim sanatını belirleyecektir. Buna kuşku duyulamaz. O zaman 1940 sonrasındaki resim sanat akımlarını ve bunların öncü olma misyonlarını sıralayalım; Fakat bu akımları ele alırken, bu noktada zaman dilimine mal olup olmasına dikkat edelim.
Bunlar arasında 1945-60 yılları arasında etkili olan İnformal Sanat terimi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan tüm soyut sanat akımlarını kapsaması yönünde önemlidir. Özelliklerine gelince; zaman zaman kaligrafiye kaçan bir kendinsellik, resim malzemeleri veya farklı malzemelerin işin içine girmesi, bir de figür olgusunun dışlanmasıdır. Bu akımın en dikkati çeken isimleri, Hans Hartung, Antoni Tapies, Gerard Schneider, Alberto Burri gibi isimlerdir. Gereççilik kavramı da informal sanat kapsamında düşünülmüş ve ele alınmıştır. Bu yöndeki en önemli isim ise kuşku yok ki Jean Debuffet’dir. Resmin yapısı üzerine araştırma, bu kavramın temelinde yatar.
1948’de kurulan bir Cobra grubu da resmin yönünü oldukça etkilemiştir. 1951’de grup dağılır ve böylece gruba dayalı etkinlikler sona erse de günümüze kadar yankıları devam etmiştir. Daha çok prehistorik çağ ve ilkel sanatlardan etkilenmiş olan grup üyeleri; Karel Appel, Cornelis Corneille, Asger Jorn gibi isimlerdir. Bu grup ikinci dünya savaşına da tepki göstermiştir.
Bilindiği üzere soyut kavramı özellikle bir dışavurumcu da olan Kandinski’nin resimlerini çözümlemede kullanılmaktaydı. Bir anlamda Alman Dışavurumculuğu’nun dışında görünsün diye soyut akımlarına isim arayan Amerikalılar, sonunda bu isme; yani Soyut Dışavurumculuk yönünde karar vermişlerdir. Bu akım daha önce gerçeküstücü resmi anlatmaya çalışırken söylediğimiz isimler olan; Max Ernst, Roberto Matta ve Andre Masson gibi sanatçılar tarafından etki altında bırakılarak oluşmuştur. Soyut Dışavurumculuk’un temelinde Van Gogh, Kandinski, Matisse gibi sanatçılarda bulunmaktadır. Bu akım içinden, Mark Tobey, William de Kooning, Franz Kline gibi isimleri sayabiliriz.
Salt renk alanlarını yaratmaya yarayan, iki boyutluluğu da asla öldürmeyen bir formalist anlayışla ortaya çıkan Renk Alanı (Color Field) yanaşımında, renk gösterişi denilebilecek bir tanımlamaya rastlayabilmekteyiz. En önemli öncülerinden biri Kenneth Noland’dır. Bu tarzın ortaya çıkışı ve boy göstermesi aşağı yukarı 1950-60 yılları arasına rastlamaktadır.
1960’lı yılların bir eğilimi olan Biçimcilik (Formalizm); biçim içeriği bütünüyle ortadan kaldıracak kadar, içeriğe egemen oluyorsa ve kendi kendine de yeter duruma geliyorsa, sanatta biçimcilik başlamış oluyor. İşte bu yanaşım yönünde Roy Lichstenstein’in resimli romanları örnek gösterilebilir.
Pop Art; Tamamen popüler olmuş, her şeye açık bir sanattır. Medyatik tavırların, insanların dünya görüşlerini etkilediğine dair hipotezleri kanıtlamaya çalışırlar. Tarihsel açıdan ele alındığında ilk ortaya çıkan İngiliz Pop Art’ıdır. Bu noktada öncü olan İngiliz sanatçılar; Peter Blake, Richard Hamilton gibi isimlerdir. İngiliz Pop Art’ında nesnellik daha azdır ama medyayı çekici yöntemler kullanılmıştır. Amerikan Pop Art’ı ise tamamen medyanın prensiplerini dağıtmış, yöntemlerini de etkilemiştir. Amerikan Pop Art’ının öncüleri ise; Roy Lichtenstein, Andy Warhol ve Tom Wasselmann gibi isimlerdir.
Fotogerçekçilik ;1960’ların sonlarına doğru, Richard Estes, John Salt, Chuck Close gibi Amerikalı sanatçıların figüratif çalışmalarında geliştirdikleri üslupsal eğilime verilen isimdir. Genellikle fotogerçekçilik olarak bilinmektedir. Pop sanattan sonra figüre dönüş hareketlerinin en büyüğüdür. Bu üslup, 1970’li yıllarda büyük ilgi görmüş, bugün bu ilgiyi kaybetmiştir. Fotogerçekçilik, fotograftan hareketle ya da fotograf gibi resim yapmak demektir. Dolayısıyla bu yaklaşım, yorumu ve sanatçının eğilimlerini asgariye çeker. Böylece kişinin sanat yapıtında hiç bir kişisel izi olmaması gerekmektedir. Bu akımın bir ismi de Hipperrealizm’dir.
Op Art, denilen sanat akımına gelince; tamamen optik yanılsamalarla ilgilidir. Josef Albers’in geliştirdiği renk kuramları dolayısıyla meydana getirdiği optik deneyler, bu akımın temelinde yer alır. Akım dekoratif bir boyut kazandığı zaman gözden düşmüştür. Kuşku yok ki akımın en önemli isimlerinden biri Victor Vaserely’dir.
Sanat Tarihi içine 1970’li yılların sonunda girmiş olan Postmodernizm, o dönemlerde belli belirsiz, modern olan herşeye karşı çıkma anlamında kullanılıyordu. Fakat gene de özünde modernizme karşı basit tepki, geleneksel manzara, tarih resmine geri dönüşle ve deneysel yöntemlerin reddedilmesiyle gelir. Figür yine modadır. Postmodernist resmin öncü isimleri; James Valerio, Eric Fischl, Peter Blake, Carlo Maria Mariani gibi isimlerdir. Klasik antikiteyi, çıplaklığı, özellikle erotizmi, tarihselliği, fotogerçekçiliği ve en önemli özelliği olan Rönesans ve Barok dönemlerin resimlerini hatırlatıcı tekrarlamalara gitme en önemli özellikleridir.
1970’li yıllarda, Kötü Resim (Bad Painting), Graffiti, İletişim Estetiği, Yeni Fovistler, Yeni İmaj Resmi dikkat çekerken, 1980’li yıllarda da Avangard Ötesi, Özgür Figürasyon, Yeni Figürasyon, Postmodern bir hareket olan Pittura Colta, Benzetimcilik (Simülasyonizm), Yeni Dışavurumculuk, Yeni Geometri, Yeni Kitsch gibi sanat hareketleri vardı. 1990 ve 2000’li yıllarda da bizi bekleyen başta Neogeo (Yeni Geometri) sanatının Peter Halley vb. kimlikleri, yine Yeni Pop anlayışın bazı isimleri; Donald Baechler vb. gibi isimleri kendini ortaya koymakta. Video ve dijital sanatlardaki yoğunluk bir taraftan artarken, diğer taraftan estetik kalitenin düştüğü de dikkatleri çekmektedir. Fakat sanırım son yıllardaki sanatın özellikle Baudrillard, Sontag gibi kuramcı bakış açılarının da gayretleriyle ciddi bir simülasyon yaşadığı tam bir gerçektir. Ne olursa olsun özellikle 1950 sonrasındaki plastik sanatlarda, neyin ne olduğunu anlamak için bir süre beklemek gerekecektir. | |
| | | | SANAT EĞİTİMİ | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |