(Blogdaydı, silinmişti, taslakları tekrar okundu, düzenlendi buraya ve başka bir siteye gönderildi.)
HİÇ
(1)
Uğurlayanı olmayan bir yolculuğun karşılayanı olmayan varışına bıraktım kendimi.
Otobüs kalkmadan önce üst üste içtiğim sigaraların dumanıyla tanrıya emanet etmiştim şehirde bıraktıklarımı: Bir iki dost, bir avuç sevgili. Evden çıkmadan önce kıçına tekmeyi basıp kapı dışarı ettiğim köpeğim. Dostların gidişimi umursamamışlardı, sevgililerim başkalarının yatağında uyanıyorlardı ve sırf bu yüzden köpeğimin canını acıtmaktan zevk almıştım. Veda edenlerin son sarılışları ve hareket eden otobüsün ardından el sallayışları... Midem bulanıyordu, becerebilsem ağızlar dolusu zavallılık kusacaktım.
Otobüs terminalden çıktı. Sivilceli muavin kek ve kahve getirdi. Ilık kahveyi yudumladım, camın arkasından şehrin akışını izledim. Kulaklıklarımı taktım ve Kafka’nın hikayelerini dinlemeye başladım. Babasını örtmek istiyordu adam, yatağa yatırıp ağır yorganların altına hapsetmek istiyordu. Ilık bir yatakla simgeleşen mezara gömüp yas tutmak istiyordu. Baba güçlüydü ama, adamın elinden kurtulup yorganlardan sıyrılıyor, adama dikleniyordu. Yaşamak için direnen bir cesetti baba. Kulaklığı çıkarttım, yanımda oturan adam gazetenin arka sayfasındaki mayolu kadına bakıp gülümsüyordu. Bıyıkları titredi, sıcakta alnından iki ter aktı. Bir yerlerde bir yaram olmalıydı; geçmişimde ya da yaşayamadığım geleceklerimin birinde. Pıhtılaşmış sarı kızıl kabuktan mezarına gömmeye çalıştığım, arayışımla durmadan kaşıyıp cerahat akıttığım bir yara.
“Yolculuk nereye arkadaşım” diye sordu adam. Gazeteyi mayolu kadının göreceği şekilde katlayıp dizine koymuştu. Motor uğulduyor, camlar sabit ritmiyle titriyordu. Adama baktım, dudağının kenarı cevabımın ardından boşalacağı hayat hikayesinin hazzıyla kıvrılmıştı. Muavin iki koltuk ötede dikilmiş tavana bakıyordu. Adam gazeteyi dizinde hoplatıyordu. Pencerenin ardından Bolu’nun karanlık ormanları uzayıp gidiyordu. Hep uzakta kalan tek tük tahta evlerin çatı katlarındaki pencerelerinden hep bir hayalet bakıyordu. Sıcak bir yaz günüydü. Başımı arkaya yaslayıp gözlerimi kapattım, cevap vermek neye yarayacaktı? Adam her insan gibi bir insandı, et ve kemikten tepelenmiş bir saçmalık yığını. Yaralarım herkesin yaralarındandı, bulmam neye yarayacaktı?
İstanbul'a gidiyordum. Düşünmüyordum.
Daha önce de kaçtık buralardan. Hep gittik. Ve tüm gurbetler sılaya döndü durmadan gidişlerimizde. Hiçbir yere ait olamadık biz. Bir yerler hep bir hüznümüze dönüştü. Uzak ancak hiç gidilemeyecek yerdi, işte tam da bu yüzden hiç terk edemeyeceğimiz yer. En büyük aşklarımız hep kaybettiklerimizdi, bu yüzden inanmadık ne ait olmaya ne sahip olmaya. Ve orada ufkun ötesindeydi tüm kavuşacaklarımız. Silinemeyecek, üstü karalanamayacak tek bir satır yazılmadı şimdiye kadar. Şimdiye kadar terk edilemeyecek hiç bir aşk, harcanamayacak hiç bir dost olmadı. Bu yüzden hiç yazılmamış olandır cümlelerin en güzeli. En kutsal sevgili hiç bulunamayandır ve tek dost hep o ufkun ötesinde kalandır.
(2)
Beşiktaş iskelesinin yanındaki çay bahçesinde oturmuş boğazı izliyorum. Deniz uzak limanlardan gelen gemilerin ya da sıkıcı vapurların dalgalarıyla tuzlu tuzlu damlıyor suratıma. Çayımı karıştırıyorum, kadın gelip oturuyor yanıma, anlatmaya başlıyor:
Ben buraya çok uzaklardan geldim. Onu burada bulacağımı biliyordum, hep buraya kaçtığını söylemişlerdi zaten. Bozkırlardan yüksek dağlara tırmanan yolları aşıp geldim, hep onu bulmak için. Sokaklarda dolaştım: İş çıkışı gidebileceği birahanelerde, izlemek isteyeceği filmlerin salonlarında ya da gazetesine göz gezdirirken bir sigara tüttürebileceği parklarda... Bir keresinde akşam üstü Taksim’den geçen bir otobüsün camının ardında gördüm yüzünü, bir başka seferinde kalkacak vapura yetişmek için koşarken. Ama hiç yetişemedim, ardından seslendim ama duyuramadım kendimi. Yıllar geçti, şimdi yüzünün neye benzediğini bile hatırlayamıyorum. Nasıl biriydi, uzun muydu kısa mı? Sakalları seninkiler gibi seyrek miydi? Yoksa kıvırcık sarı saçları mı vardı? Çirkin miydi yoksa? Benim aklımda hep güzel bir erkek olarak kalmış, erkeğin güzeli nasıl olur ki? Güzeldi ama, kara gözleri güzeldi, ince bıyığı güzeldi, zayıf yüzündeki gülümseme güzeldi, temiz ütülü gömlekler giyerdi ama eskimiş ayakkabısı bile güzeldi.
“Peki sen o musun?” diye soruyor.
“Şimdiye kadar hiç kimse olmadım” diyorum. Gözlerindeki alevli beklenti sönüyor. Gerili kasları sarkıyor ve yaşı çizgileniyor yanaklarında. Gözleri denize, ardından karşı yakadaki tepelere kayıyor.
“Zaten,” diyor, “sen çirkin bir adamsın, o güzeldir.”
Kadına bir çay daha içer misin diye soruyorum, burun kıvırıp kalkıyor.
Güneş batıyor yavaş yavaş, dalgalarda kızıl bir yol çizgileniyor. Tepelerin yukarısında yoğunlaşan alaca karanlık bulutlarla lekeleniyor. Martılar yaklaşan gecenin korkusuna açıyorlar gagalarını. Çığlıkları şehrin uğultusuna karışıyor. İskeleden çıkan bir iki kız görüyorum. Bir tanesinin güneşin batışı kadar uzun kızıl saçları var. İşinden çıkmıştır şimdi, arkadaşlarıyla vapura binmiş sohbet ederek gelmişlerdir buraya kadar. Sen o musun, diye mırıldanıyorum. Çay bahçesine doğru yürüyorlar, başımı yana çeviriyorum. Görmek istemiyorum artık. O hiç var olmadı, biliyorum.
Birisi “yeter lan!” diye bağırıyor. Arka tarafta bir gümbürtü kopuyor, az önce yanıma oturan kadın yerde, hemen başında tıknaz kel bir adam. Kadın sessiz hıçrırıklarını elleriyle gizliyor. Adam kadını itmiş, bir iki bardak kırılmış, garsonlar sinirli. Adama yaklaşıyorum, ne yaptığını soruyorum:
“Ben o’yum” diyor.
Yumruğumu kaburgalarının altına böbrek boşluğuna gömüyorum. Ete vurmanın dayanılmaz hazzı yayılıyor vücuduma. Kadının yanına kıvrılıp küfretmeye başlıyor. Üzerlerine tükürüyorum. Bir ismi olan her şeyden nefret ediyorum.
Gideceğin yerin içinde asla var olamayacaksan nasıl geldim dersin ki?
(3)
Sessizlik uğultu içinde devleştiği zaman bağırdı:
“Hiç! Hiç! Hiç!”
Kızarmış et kokusuyla kendime geldim. Sigaramı arasına sıkıştırdığım iki parmağım yanmıştı. Kenarından sıktım, sarı bir sıvı aktı cıvık cıvık. İstiklal’in arka sokaklarının birinde bir meyhanedeydim. Kalkıp işedim. Buram buram naftalin kokusuyla döndü başım. Kusmaya çalıştım, kusamadım. Sallanan dar merdivenlerden inip masaya döndüm. Arkadaşım kendi içine çökmüştü. Sığlığımızda boğuluyorduk. Gözleri yarım içkisindeydi, donuktu bakışları.
“Nerelerdesin?” diye sordum.
“Masaya oturmuştum,” dedi, “elimde Çinçin’den aldığım tabanca vardı, babam geldi aldı elimden. Ne yapıyorsun dedi, hissedemiyorum dedim. İnsan ancak çocukken aşık olur dedi.”
“Bundan daha kötü zamanlarımız da oldu.” dedim.
Kapanan barlardan çıkan sarhoşların, torbacıların, travestilerin arasından sıyrıldık. Öylesine yürüdük sokaklarda. Eğlenmeye gelmiş öğrencileri sıkıştırmış çakalları gördük, kız arkadaşları korkulu gözlerle kalabalıkta yardım arıyorlardı. Apartman girişlerinde sızıp kalmışların kimyasal uykularını izledik. Dayak yiyen orospulara ağlar gibi yaptık, dayak atan orospuları atacağı bir sonraki jilet için cesaretlendirdik. Ama hep müziğe doğru yürüdük, bu köyün farelerindendik. Tekele uğradık, caddeye kurulmuş çalgıcıların önüne yere oturduk, yarı hüzünlü yarı mutlu sabaha karşı insanlarının çemberinin ortasında sözlerinde İstanbul olan bir şarkı çalıyorlardı. Sakalları uzamış travestiler erkeklerinin ellerinden tutmuş şarkıya eşlik ediyorlardı. Hafif dalgalı denizde önce sağa sallandık, sonra sola. Polis geldi, dağılın dedi; polisle kavga ettik, sloganlar attık, dağıldık.
Güneş doğmak üzereydi, Tünel’in önüne yayılmış yabancılarla sohbet ediyorduk. Anlatıyorlardı, anlatıyorduk.. Keder anılara yaşanmışlık katar dediler. Unutuyorduk yoksa, gerçek olamıyordu hiç bir geçmiş.
Ekip arabaları gelip geçti. Şişeleri duvarlarda kırdık. Çöpçüler geldi süpürdü bizi, belediye arabası caddeyi günahlarından yıkadı, kapıldık suya aktık deliklerimize.
Güneş doğdu artık, artık Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Birbirimizin kör kuyularıyız. Her gün içimize sığmayan, söylemezsek deli olacağız dediğimiz, bir tanıdık bulup anlatmak için çıldırdığımız kendimizi haykırıyoruz bir birimize. Her çığlığı yutan kör kuyularız. Asla anlaşılmıyoruz. Asla anlamıyoruz.
(4)
Zahmet edip de bir fotoğraflarını çekebilir miyim? Objektifin karşısında bir birlerine sarılmışlar gülümsüyorlar, arka planda Haydarpaşa’nın deniz tarafından kapısı. Bir an’ı bir kağıt parçası üzerinde ölümsüzleştirecekler, teşekkür edip kendi aralarında fısıldaşarak uzaklaşacaklar. Dikileceğim burada, az önce durdukları yerde asılı kalmış boşluklarını izleyeceğim. İşte az önceyi yanlarında alıp gittiler. Anılara ihtiyacımız var, bir zamanlar yaşadığımıza kendimizi inandırmamız için. Hüzünlenip bir sigara daha yakmak için bakacağımız fotoğraflara ihtiyacımız var. Trene binip evlerine gidecekler, hayal kurup kavga edecekler. Ya ayrılığın ilk nefesini dolduran kinle yırtılacak bu fotoğraf, ya da bir kitap arasında kalıp yıllar sonra bulunacak: “Şimdi ne yapıyor acaba?” denilecek. Başka hayatları olacak, yaşayıp hissedecekler ve farklı yataklarda ölecekler. Cüzdanımın içine gizlediğim fotoğrafını çıkartıyorum. Çocuk yaklaşıyor, abi bir sadaka ver diyor. Uzun uzun bakıyorum fotoğrafa. Çocuk gömleğimi çekiştiriyor. Lütfen abi. Abi allah sevdiğine bağışlasın seni .Ankarada okulun arkasındaki parkta ben çekmiştim bu resmi. Sabah dokuz dersinden önce buluşup kırmıştık okulu. Gazeteye sardırdığımız simitlerimizle oturmuştuk banka. Mezun olunca diyorduk. Parkta yatan adam üstüne çektiği naylonlarla hışırdıyordu. Çocuklar vardı sallanan. Susam olmuştu dişlerimizin arası. Mutluyuz diyorduk. Abi allah seni sevdiğine kavuştursun. Çocuk şaşkın şaşkın bir bana bir önüne fırlattığım fotoğrafa bakıyor. Hatırlayacağım bir geçmişe ihtiyacım yok Kuracağım bir geleceği istemiyordum.
An gelip geçmişti ve yokluğumda titreyen boşluktum şimdi.
Sadece ben olmalıyım. İşte o zaman yalnızlığın bir anlamı olur ancak. Ve sonunda kendimi de yadsımalıyım.