|
| 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Salı Mayıs 08, 2007 1:20 pm | |
| Başlıksız (1. Yazı)
Deniz Günce DEMİRHİSAR - Özel Sainte Pulchérie Fransız Lisesi
“Eğer bir halkın bu korkunç çağı sağ salim atlatabilmesi isteniyorsa, alınacak önlemlerden bir tanesi de şudur: halkın içinde yeterli sayıda kişinin, üstünde konuşulan, tartışılan, uğruna savaşılan, ve insanların boğazlanmasına yol açan bazı fikirlerin ipe sapa gelmez ve son derece havada kalan şeyler olduğunu anlamasını sağlamaktır.” Ortega y GASSET, İnsan ve Herkes. Çeviren: Neyire Gül Işık, Metis Yayınları, İstanbul, 1995, s.15
...Bu korkunç çağ... Ortega y Gasset’nin bu sözleri beynimde yankılanırken, insanoğlunun o sonsuz devinimlerinin imgelerinin beyin çeperlerime yansıdığını hissediyorum, sarsılıyorum ve belki de korkuyorum... Tüm dengelerin altüst olduğu ve “dehşet” dengesinin hüküm sürmeye başladığı bu çağ ötekilerden daha mı korkunçtur? “İnsanların boğazlanmalarına yol açacak”, Ortega y Gasset’nin bir filozof için belki de fazlasıyla cesur, indirgeyen ve kestirme bir tavırla, “ipe sapa gelmez ve son derece havada kalan” olarak nitelediği “bazı” fikirlerin tarih boyunca değişik boyutlarda ortaya çıktığını ve etkili olduğunu görebiliriz. Ancak René Char’ın deyimiyle “vasiyeti bırakılmayan bir mirası” devralan günümüz insanı, 3000 yıllık bir tarihin birikimi sayesinde ulaştığı bilim ve teknolojideki bu ileri noktada, nükleotidleri havaya savurup, dijital çocuklara gebe kalabiliyor, dünyayı milyonlarca kez yok edebilecek kadar silah depolarda dururken, uzayın militarizasyonuna soyunuyor, kendisini de tüketebilecek kadar ileri gitmiş doğayı tüketmede, ve belki de bazen, (Baudrillard’a da buradan göz kırparsak) hayatını bir benzeşim nesnesi gibi, yapıntıyla gerçeğin birbirine karıştığı bir trans, çılgınlık halinde yaşıyor. İnsan elindeki gücü sürekli büyütüyor, sınırları sürekli aşmak arzusunda, boyutlarını büyüttükçe de yıkımına doğru kocaman adımlar atıyor.
Kafka’nın da dediği gibi, Arşimed’in noktasını bulduk ve şimdi onu kendimize karşı kullanıyoruz, bunun da ödenecek bir bedeli mutlaka vardır. “Üstünde konuşulan, tartışılan, uğruna savaşılan, insanların boğazlanmalarına yol açan bazı fikirler” bu denli hassas bir dehşet dengesinde, tüm insanlığı yok oluşa götürebilecek bir düzeye ulaşabilirler. Yani sorun, insanlığın bu çağı sağ-salim atlatabilme sorunudur. (Ve sorunun kendisi, yalnızca bir halk değil, tüm insanlık ekseninde soruna yönelmemizi beraberinde getiriyor.) “İpe sapa gelmez, havada kalan” gibi tanımlamalardan kaçınıp, insanın en temel hakkına, yaşam hakkına kasteden bir fikri inceleyeceksek eğer, bu tür bir fikrin ya da fikirlerin eyleme yansıttıkları sonuçları da göz önünde bulundurursak, etik bir çerçeve çizmeye ihtiyaç duyarız. Zaten bu çağı korkunç yapan da, tüm çağlardan beri var olagelmiş, ve İoanna Kuçuradi’nin de sık sık yinelediği gibi, şu anda ulaştığımız değer bilgisiyle baktığımızda “çağımızın ayıpları” olarak görünen dünya problemleridir. Dünya problemlerine etik yaklaşımlar üretilmesine ihtiyaç duyduğumuz bir çağdayız. Ya da tersinden okursak, sahip olduğumuz değerler, tüm dünyayı ilgilendiren kimi durumları görüp, aralarındaki bağlantıyı kurup, onları sorunsallaştırmamızın yolunu açıyorlar. İşte Ortega y Gasset’nin bahsettiği fikirler, dünya problemlerinin temelinde yatıyorlar, ve dünya problemlerinin temelinde bir takım “seçim”ler de var. Örneğin nükleer silahların kullanılıp kullanılmaması, insanın genetik yapısıyla oynayıp, onu klonlayıp klonlamama, açlığın ve tedavi edilebilecek hastalıkların kavurduğu bir üçüncü dünya ülkesine uygulanacak bir yaptırım, uygulanan ya da oluşturulan ekonomik modeller ; tüm bunlar aslında birer seçim problemi olarak görülebilir. Dolayısıyla insanın öznel ahlaki kapasitesiyle ya da daha genel anlamda “etik”le bağlantılıdır. İlk çağlardan bu yana, etik üzerine çok farklı açılımlar yapılmıştır. Sokrates ve Platon’da erdemle bağlantılandırılmış, hatta sonraları hazcı etik kuramları ortaya atılmış, Hobbes, Spinoza, Spencer bu konuda farklı duruşlar almışlardır. Özellikle 18. Yüzyıl filozofları, etiği bir “isteme” problemi olarak temellendirmişlerdir. Kant, bu noktada kategorik imperatifiyle (kesin buyruk) çok önemli bir rol oynamıştır. Ancak etik eylemin biçiminden söz etmiştir yalnızca. Etik eylemin aciliyeti özellikle çağımızda hissediliyor ve önceleri, özellikle analitik filozoflar tarafından bir kenara itilmiş, fazla metafizik ve fazlaca “dinin konusu” olarak görülen etik, dünyanın problemlerine dair aradığımız çıkış yollarında ve insanlık adına taşıdığımız özlemlerde bizi aydınlatacak bir dayanak. Ancak salt bir isteme sorunu olarak değil, Camus’nün de altını çizdiği gibi, aydınlatılmış ve bilgiyle donatılmış bir iyiyi isteme olarak. Adeta bir labirente dönüşen bu kavramsal çerçevenin içerisinde ilerleyip, çıkış noktamız olan ve Ariane’ın ipi gibi, bize yol göstermiş olan Ortega y Gasset’nin sözüne dönüp, asıl söylemek istediğini, içinden geçilmiş tüm koridorların bıraktığı izlerle ele almak istiyorum. Bu korkunç çağın sağ salim atlatılabilmesi için önerilmiş bir yöntem var. “Alınacak önlemlerden yalnızca bir tanesi”, halkın -ya da benim tercih ettiğim evrensel eksende insanlığın- “bazı şeyleri” anlamasıdır. İnsanlığın içinde “yeterli sayıda kişi”, insanın en temel hakkı olan yaşama hakkının ihlaline yol açan kimi fikirlere, ya da dünya problemlerinin temelinde yatan ve elimizdeki teknik olanaklarla birlikte bizi bir yok oluşun eşiğine götürebilecek seçim problemlerine, etik yaklaşımlar üretebilmelidir. İnsanlığın büyük bir çoğunluğunun bu tür bir algılama düzeyine erişebilmesi olanaksız, ütopik gibi görünebilir. Hatta geçmişe baktığımızda, Saint-Barthélemy’den yükselen çığlıklar, gaz odalarından yayılan ölüm kokusu, insanı amaç değil araç olarak görmüş ve köleleştirmiş zihniyetlerin “korkunç” eylemleri, hain bir kahkahanın yankılanmasının eşliğinde Ortega y Gasset’nin kabuslarının konusu olabilirdi. Oysa o, kendinden emin bir şekilde ve bir önkoşul olarak, insanların büyük bir bölümünün aydınlanmış bir iyiyi isteme noktasına ulaşmalarını, “bazı” fikirlerin etik süzgeçten geçirilip, değerlendirilip, niteliklerinin ve yaratabilecekleri sonuçların farkına varılması düzeyine erişebilmelerini koyuyor. Peki “anlamalarını sağlamak” nasıl olabilir? Tarih boyuna, insanın yaşama hakkı kadar sık ihlal edilmiş ve hala da ihlal edilmekte olan, işte Derrida’nın “felsefe hakkı” dediği, ve en az yaşama hakkı kadar başat olan hakkın kazanılması, Orterga y Gasset’nin bu sözüne karşı sorulabilecek “nasıl”ın yanıtı olabilir. Dünyaya ilişkin bir tutum alabilmek, görebildiğimiz ve adını koyabildiğimiz andan itibaren “dünya problemi” diyebileceğimiz durumları görebilmek ve doğru bir biçimde ortaya koyabilmek, bu sorunlara etik olarak yaklaşmak, ve tüm bunların insanlığın büyük –ya da “yeterli” – bir bölümü tarafından başarılabilmesi için, felsefe hakkı, felsefe eğitimi hakkı, felsefeyle donatılmış bir eğitim hakkı olduğunun altı çizilmelidir. Yaşama hakkımızın ihlal edilmemesi, tüm insanlığın toplu bir yok oluşa sürüklenmemesi için, “Nasıl bir yaşam?” sorusunu sorduran ve yokluğunda insana layık bir yaşamın mümkün olmadığı felsefeye ihtiyacımız var. | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Salı Mayıs 08, 2007 1:23 pm | |
| Küçük Prens Günümüzün Dünyasında (2. Yazı)
Çağla CÖMERT - Özel Amerikan Robert Lisesi
KÜÇÜK PRENS GÜNÜMÜZÜN DÜNYASINDA
I. St. Exupéry'nin Küçük Prens'i gezegenler arası yolculuğa çıkar. Kürkü tüm gezegeni kaplayan yaşlı kral, kendini beğenmiş adam, sayılar içinde boğulmuş, yıldızların sahibi olduğunu sanan iş adamı, emektar fenerci, ayyaş, kalın kitaplar yazan ve sadece kalıcı, somut şeylerle ilgilenen coğrafyacının gezegenlerine gider. Her gezegenden ise 'büyükler ne garip!' diye düşünerek ayrılır. Küçük Prens, onların uğrunda ömürlerini verdikleri, önemsedikleri değerleri umursamıyordur bile. Son uğrak yeri, tüm bu saydığım insan tiplerinden binlercesini barındıran Dünya olur. Afrika'nın bir çölüne iner, St. Exupéry, bir yılan ve bir tilkiyle karşılaşır. Peki günümüzün dünyasına, uygarlığın tam ortasına inseydi nelerle karşılaşırdı Küçük Prens?
II. Dolarların üzerinde 'İn God we trust' (Tanrı'ya güveniyoruz) yazan, 'satın alıyorum öyleyse varım'ı yaşam felsefesi haline getiren kapitalizmin altın çağı hüküm sürüyor dünyada. James'in pragmacılığının öne sürdüğü gibi 'doğru olan pratik faydası olan' anlayışı var. Pratik faydası olansa para. Para, kutsal bir değer haline gelmiş durumda. Görünürde kapitalizm, çarklarını demokratik, insanların özgürlüğüne dokunmayan bir şekilde işletiyor. Kadınlar, zenciler, çocuklar, hayvanlar, eşcinseller, kısaca herkes hakkını savunabiliyor; dünyada toplu tüfekli savaşlar giderek azalıyor; kültürler birbirlerine açılıyor, insanların önüne çeşitli olanaklar seriliyor... Bana bağlı olduğun sürece bağımsız olabilirsin diyen bir düzenin içinde yaşıyoruz. Peki gerçekten bağımsız mıyız? Görme hakkı tanınıyor bizlere ama acaba fark ettirmeden gözlerimizin önüne perde mi çekiyorlar? İşte sorgulamamız gereken.
Herbert Marcuse'nin 'karşı devrim ve başkaldırı'sındaki deyişiyle çağımızda bütün insan (gövde+zihin) aktif ya da pasif, üretici ya da tüketici, iş zamanlarında ya da boş zamanlarında bilinçsizce hizmet etmektedir. Sistem, bizi amaçladığı insan protipine, yani otonom insana ya da Fromm'un deyişiyle homo mechanicus (mekanik insan), homo consumens (tüketici insan)a çevirmektedir. Eğitim, kitle iletişim araçları, köleleştirici teknoloji, yabancılaşmış emek, duyuları kötüye kullanma ve köreltme yollu zihinlerimizi istila etmektedir. Bunun farkına varacak duyarlılığa sahip insanlar, bu görünmez baskıyı duyumsayanlar çıkış yolu bulamazlar, kapitalizm dişlerini gösterir onlara. Mutsuzsanız, depresyondaysanız Prosac kullanın. Bu öyle bir ilaçtır ki 'The Newsweek' magazininin bir karikatüründeki gibi Serotonin etkisiyle gülümseyen Karl Marx'a 'aslında kapitalizm sorunlarını halledebilir' dedirtebilir.
Walter Benjamin eğitim ve gençlik üzerine yazılarında 'adam olmak isteyen gençlik düşlerine değer versin' der. Gençlik düşleri kaldı mı acaba? Ortada, sorumluluğa 'bunaltı' adını takan varoluşçuluk felsefesinin çocukları iki dünya savaşının ardından dünyaya güvensizlik ve umutsuzlukla bakan, 'hayat berbattır, sonunda ölünür' anlayışını benimseyen bir gençlik var. Kayıp kuşak, x jenerasyonu gibi isimlerle adlandırılıyorlar. Bıkkın, yitik ve ölgünler. 'Grunge' adı altında kendi alt kültürünü oluşturan, gençlik arasında bir kült haline gelen müzik grubu Nirvana'nın 'Smells Like Teen's Spirit' (gençliğin ruhu gibi kokuyor) şarkısı, 'İşte buradayım. Hadi eğlendir beni' derken gençliğin hayatın yozlaşmışlığına karşı nasıl umursamazca tavır takındığını gösteriyor. Bunun yanında Coca-Cola'nın sloganının 'çıkar hayatın tadını' olması olayın trajik-komikliğini ortaya seriyor. Bir başka müzisyen Leonard Cohen ise 'The Future' (gelecek) adlı şarkısında dünyanın kaydığını, Berlin Duvarı, Stalin, Hiroşima'dan sonra artık dayanabileceğimiz hiç bir değerin, inancın, kuramın kalmadığını, geleceğin sadece cinayet olduğunu söylüyor. Gençlik, o ya da bu şekilde sistemle uzlaşmadan önce tutunamayanları, kaybedenleri oynuyor.
III. Marks'ın ünlü deyişi 'Filozoflar hep dünyayı anlamaya çalıştılar. Oysa artık dünyayı değiştirmenin zamanı geldi' der. Günümüzde dünyayı değiştirmenin yolları, bireyden geçiyor. Gizli tuzakların, kapitalizmin 'kıyma makinesi'nin (Bob Dylan - Gerçek adlı denemesi) farkına varan, sahteliklerin, ikiyüzlülüklerin ardındaki fenomenlerin gerçek nedenlerini, aralarındaki ilişkiyi kavrayabilen, kapitalizmin sunduğu elma şekerlerini, uyuşturucu ilaçları reddedebilecek gücü gösterebilen, kavramları diyalektik bakış açısıyla değerlendirebilen, gerçek anlamlarını çıkarabilen, çağın değerlerinin, fikirlerinin yozluğunu, havada kalmışlığını, içi boşluğunu fark edebilen, duyarlılığını ve bilinçliliğini yitirmemiş bireylere ihtiyaç var. Bulantı'ya değil de pozitivist Auguste Comte'un Özgecilik diye adlandırdığı etik bilincine, yani insanlık adına bir şeyler yapma sorumluluğuna, tarih karşısındaki 'ödev' bilincine sahip olmak gerekir. Ancak Küçük Prens gibi kutunun içindeki koyunu görebildiğimiz, fili yutmuş boa yılanını şapka sanmadığımız, bir gülle birlikte tüm yıldızları sevebildiğimiz zaman çağın korkunçluğunu aşabiliriz. Tüm bunların yanında, Marcuse'nin deyişiyle 'Asiler yeni duyarlılığı aklın iradesiyle (die Strenung des Begriffs) kontrol altına alırlarsa, bütünü etkileme şansları vardır. | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Salı Mayıs 08, 2007 1:23 pm | |
| Yüzyılları Uyandırmak (3. Yazı)
Damla ŞAT – Ankara Özel Bilkent Lisesi
YÜZYILLARI UYANDIRMAK
I) DÜN: “Din halkın afyonudur.” (Marx) Başlangıç ve sonları kestirmek her zaman daha zordur. Bilinmezlik duygusunun hakim olduğu bir şeyde bocalarız. Ortadan başlamak en kolayı olsa gerek. Ellerimizde meşaleler kapkaranlık bir yoldan gidiyorsunuz. Bir insanı değer yargılarınızla yargılamak ne kadar anlamlıysa sizin için, o kadar sağlam adımlarla ilerliyorsunuz bu yolda. Cadı avına çıkıyorsunuz korkusuzca. Birilerinden duydunuz, Tanrının emri olduğundan eminsiniz ya da böyle büyütüldünüz. Ne de olsa kaynak önemli değil. Görünmez at gözlüklerinizi çıkarmaya çalışmak ne kelime, onların farkında bile değilsiniz. Sabit fikirlilik harika bir duygu. İnsanlar, bilincinde olmadan, akıp giden bir sürecin içinde çok önemli roller üstlenirler. Birkaç yıl önce yaşadıklarını küllendirip unutmaya çalışsalar da gelecekte karşılarına çıkanlar geçmiştekilerin birer gölgesidir yalnızca. “Ne gariptir ki, cephede iki taraftan da ölenlerin yüzleri hep birbirine benziyor.” demiş bir Fransız komutan, cesetlerin arasında, kendisi için hiçbir, bazıları için ise bir çok şey ifade eden ölülerin yüzlerine bakarken. Savaşmanın saçmalığı da burada yatar, ölmesine karar verdiğin insanlar ölür, ama bu iki taraflıdır. Sonra binlercesi mezarsız toprağın altına gömülür, insanlara onların kahramanlıkları anlatılır, hiç birisinin önemi yoktur. Hatta çok yakınlara dönmek yeterlidir. Aylar önce bir medeniyet sembolünü yok eden bir patlama, insanın aslında tarihten hiçbir ders çıkaramadığını anlatır acımasızca. Tarih sadece geçmiş değil, bugün ve hatta yarındır. Çoğu filozof tarihsel süreçleri birer sıçrama basamağı olarak görüyor, ama acaba gerçekten bir yerlere gelebildik mi? Yoksa bu bir illüzyon mu?
II) BUGÜN: “Çocukların karanlıkta korkup tir tir titremeleri gibi, biz de aydınlıkta korkarız; çocukların karanlıkta beklediklerinden daha korkunç olmayan şeylerden.” (Lucretius, M.Ö. 60 dolayları) İnsanın gelişip gelişmediği, tartışmaya her zaman açık bir konudur. Darwin’e göre, insanı anlamak, onun gelişme süreçlerine bakmakla mümkündür. Darwin’in gelişim teorisini incelediğimizde insanın içgüdüsel bir varlık olduğu sonucuna varabiliriz. Psikolojideki temel ihtiyaçlar piramidinden yararlanarak, insanın korunma ve beslenme ihtiyacının giderilmesi durumunda, “uygarlığın cilasının sıyrılıp”, içgüdüsel olarak “istediğini alma” yolunda saldırganlaştığı gerçeğini yadsıyamayız. Peki o zaman değişen nedir? kıyafetlerimiz, saç şeklimiz, konuşma biçimimiz, çatal bıçağı nasıl tuttuğumuz, yani Platon’un idealar dünyasındaki kavramlardır. Bütün bunları aşıp, hem tinsel hem de ruh bütünlüğünü sağlamanın zorluğu da buradan kaynaklanmaktadır. Çoğu insan değiştiklerine o kadar inanmış ve körü körüne bağlıdırlar ki, “fişten çekilmeye” yani her şeyi irdeleyip kendini bulmaya, fikirlerini özgürleştirmeye, yani “felsefe yapmaya” henüz hazır değillerdir. Felsefe yapmak ölmesini bilmektir, der filozof Jaspers. Evet felsefeyi kötüleyen, onu zaman kaybı olarak görenlerin de nedeni bir başka güçlü içgüdüdür: “Korku”. Felsefe yapmak, güzel rüyalar görürken uyanıp, aslında hayatınızın ne kadar tekdüze olduğunu kabul etmek ve bunu aşmak için düşünmektir. Ama o sıcacık yatakta uyuyan bir insanı uyandırmak ne kadar zorsa, görmezden gelen bir beyni uyandırmak ta o kadar zordur. Bugün “sokaklardaki çöküş”ün (Nick Cave) nedeni en temelinde budur. Bu çöküş tedavisi olmayan bir hastalık mıdır?
III) ÇELİŞKİ: Aydınlığı istiyor, fakat karanlığa sığınıyoruz. (Latin özdeyişi) Ortega y Gasset’in paragrafını okurken, bir tabir dikkatimden kaçmadı: “... halkın içinde yeterli sayıda kişinin anlamasını sağlamaktır.”. Yeterli sayıda kişi ikna edilirse, diğerlerinin de ona uyacağı ve sorunların halledileceği varsayımından yola çıkılmıştı. Bu F. Nietzsche’nin ikiye ayırdığı toplum yapısının halk kesimiyle özdeşleştirdiği sürü psikolojisi kavramıyla aslında aynıdır. Toplumun bir kesimi yönetir, diğerleri ise birbirinden etkilenerek güdülenirler, fikrini ortaya atan Nietzsche‘nin bu gözlemi, beraberinde yeni soruları ortaya çıkarmaktadır. Toplumların yapısında eğitimli olduğu kadar eğitimsiz bir kesim de vardır. Sokrates’in ahlak felsefesinin de temellerini oluşturan “Bilgisiz insan hiçbir şeyin ölçütü değildir.” fikri, bu kesimin felsefi ve sosyolojik yapıdaki rolüne bir büyüteçle bakmaktır. Bir ülkenin kaderi, cahil insanlara teslim edilebilir mi? Fikirler zıt yönde olsa da, özellikle toplum yapısındaki aksaklıkların nedeni, aslından toplumun bireylerinin her birinin suçudur. Bu konudaki en iyi örneği “Canavar” adlı oyununda Faruk Nafiz Çamlıbel vermektedir: Oyunun kahramanı Ahmet eğitimli bir kişidir ve köylüsüne uygulanan zulüm zihniyetini eleştirmekte ve buna başkaldırmaktadır. Fakat köylü onu yeterince anlayamamakta ve düşünmekten kaçmaktadır. Oyun, temelinde köylüyü değil, köylüyü eleştirmekten kaçınmaya iten, onlara felsefi düşünüp uyanmanın önemini kavratamayan halkın “diğer” kesimi ve onları dogmatizmin karanlık zindanına mahkum eden vurdumduymazlığı sorgulamaktadır. Bundan çıkarılacak ders tek ve basittir: Her insan birbirinden sorumludur.
IV) YARIN: “Ey, cesur yeni dünya.” (Aldous Houxley) Falcıların büyülü kürelerinde veya tarot kartlarında görmeye çalıştıkları gelecek, ne kadar doğru ya da yanlış? Acaba dünya herkesin birbiri tarafından gözetlendiği, fikirlerinden çekindiği (Orwell, 1984), sınıflara ayrılıp, kitapların yakıldığı (Huxley), yoksa kime açık olunup olunamayacağının bile belirlendiği (Zamyatin-Biz) ve felsefi düşünmenin getirdiği “sınırları aşmak” ilkesinin hiçe sayıldığı kara bir yasaklar listesine, kalın bir zincire mi dönüşecek? Bunun cevabını bilmek, “en bilgeler”i (Tolkein) bile aşar. Dünya devletleri arasındaki bloklaşmaya ve insanların “tek tip”leştirilme çalışmalarına bakacak olursak, “olabilir” cevabını verebiliriz. Gene de umutsuzluğun içinde zayıf da olsa bir ışık bulabilmektir önemli olan. Böyle bir ışık varken onu kaybetmemek, gözümüzden kaçmasına izin vermemek. Ve bir çözüm var.
V) ÇÖZÜM: Tez-antitez-sentez. (Hegel) İnsan-Fikir-Felsefe;“Ve Ay Gözcüsü gökyüzüne baktı.” (A. C. Clarke) Bilincinde olunsa da olunmasa da, dünyanın kaderini belirleyen insandır. Eski Yunan mitolojisinde Atlas’ın dünyanın yükünü omuzladığı gibi, bu yükü kaldırmaya çalışanların yapısı oldukça karmaşıktır. Evrendeki henüz adı bilinmeyen yıldızlar, gidilemeyen gezegenler gibidir onları anlamaya çalışmak. Bizler, “dine karşı iradeyi, ölüme karşı yaşamı” ortaya koysak da, asıl güç, bizi “farklı” kılan o nesnedir, ilk başlarda sadece şeklinin ve işlevlerinin öğretildiği bizlere. Ne kadar yanlış olduğunu şimdi fark edebiliyor musunuz? Dünyayı beton duvarlarla çevrelenmekten kurtaracak olan şekil değil, düşüncedir. Düşünceleri sağlam bir temele oturtmak gerekir. “Sözlerle ifade edilen her şey, birbirine uyacağına eğilip bükülüyor, uçup gidiyor.” diyordu, Ursula Le Guin’in yarattığı bir roman kahramanı. İşte bize güç veren düşüncelerimizin uçup gitmemesi; bize özgürlük kazandıran görüşlerimizin kalıcı olması, geçmişteki hatalarımızın her zaman bizi etkileyeceğini kavrayabilmek, “kendi kendimizi bilmek” (Sokrates), yargılamadan önce görebilmek ve korkmak pahasına da olsa yürümek için, bir tek şeye ihtiyacımız var: Felsefe yapmaya. | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Salı Mayıs 08, 2007 1:23 pm | |
| Uygarlığa Giden Yol: Özgürlük (4. Yazı)
Bora KORKMAZ - Antalya Anadolu Lisesi
“Uygarlığın ilk koşulu adalettir”. S. FREUD. Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları. Çeviren Selçuk Budak, Öteki Yayınevi , Ankara, 1999, s.281
UYGARLIĞA GİDEN YOL: ÖZGÜRLÜK
Nedir uygarlık ? Çağımız filozofunu belki de en çok uğraştıracak konulardan biri. Örtülü bir kavram. Görünen yüzü (sevimli yüzü), bütününün pek azını teşkil ediyor.
Doğanın bir parçası olan ve doğal hali herhangi bir hayvandan çok da farklı olmayan insanın, özünden arındırılıp, şehirlerde, beton kulelerde yaşamaya mahkum ediliş biçimi olabilir mi? İnsana en çok ait olan duyguların tek elde toplanıp, yine insanların yarattığı bir canavar olan ahlâkı hiçe sayarak, namlusu insana çevrilmiş bir silah halini alması mıdır yoksa? Şu an var olan bir şey midir, yoksa insanlık için iyi görünen pek çok kavram gibi ütopya olmakla mı yetiniyorlar sadece?
İnsanlık, çağlar boyunca alçakgönüllü olmayı becerememiştir. Vardığı noktanın, hep en üst nokta olduğunu sanmış, kendini hiç yamaçta görmemiştir. Daima zirvede olduğunu sandığı için de uygarlık olabilme yeterliliğini kendinde hep bulmuştur.
Doğal haliyle sıradan bir hayvandan farksızdır insan. Açlığını, cinselliğini doyurmaya çalışır. Her hayvan gibi. İnsan da şiddet duygusunu içinde taşır. (Freud) Diğer hayvanlardan farklı olarak insan toplumsallaştıkça şiddeti bilinçaltına hapsetmiş, ancak ondan kurtulamadığı için iktidarlar şiddeti düzenli biçimde istifleyerek, zamanı geldiğinde kendi varlıklarını koruyabilmek için kullanmışlardır. (Bauman) Yani şiddet toplumların ve sistemlerin çekirdeği ya da temel ilkesidir. (Horkheimer ve Adorno)
İnsanoğlu gruplar halinde yaşamasıyla birlikte hükmetme arzusuna kapılmıştır. Önce eşine ve çocuklarına, hayvanlara, tarım yoluyla bitkilere hükmetmiş, ailesi genişledikçe küçük bir kabileye hakim olmuştur. Hükmedilen insan sayısı azken, düzensiz bir mikro iktidar söz konusuyken, sayı arttıkça iktidar, bir sisteme ihtiyaç duymuş ve makro iktidar süreci başlamıştır. İktidar güçlendikçe ve köklerini saldıkça, kendi hukukunu, kendi kurallarını tesis etmiştir. Ahlâk da, henüz tam bir makro iktidara dönüşmemiş iktidarların hükmetmek için kullandığı araçlardan biridir. İktidarın iyi ve kötü anlayışı, uyruğuna yayılır, zamanla kökleştikçe yazılı hukuk kurallarından bile daha geçerli olan bir ahlâk halini alır. (ahlâk, her büyüklükte ve her güçteki iktidarın kullandığı bir araçtır.)
İki kişinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan iktidar, varlığını kesintisiz bir biçimde korumuştur ve kaçınılmaz bir yazgıdır. (Foucault)
Toplumun kuralları ve ahlakı, iktidara göre şekillenecektir. Ancak iktidar için iyi ve doğru olan, toplum için büyük bir olasılıkla iyi ve doğru değildir. İktidar, varlığını korumak için vergi isteyecek, kimi zaman toplumun şiddet duygusunu kendi çıkarlarına göre yönlendirecek, insanların savaşmasını, ölmesini isteyecektir. Yani iktidarın doğruları, toplumun doğruları olamaz. Bu durumda Kant'ın sözünü ettiği evrensellikten bahsetmek olanaksızdır. İktidarın olduğu yerde (her yer) evrensel bir iyi olamaz. Yönetici için adil olan, yönetilen için değildir. İktidarlar, insanın elinden özgürlüğünü, düşünme yetisini ve içgüdülerini gasp ettikleri gibi, doğada var olan adaleti de ortadan kaldırmışlardır.
İktidarın bu derece ağır baskısına henüz mikro iktidarlar döneminde neden başkaldırmamıştır insanoğlu? İnsan aklının en acımasız ürünlerinden biri olan iktidar, daha en baştan toplumdan aldığı güçle yine toplumu uyuşturmayı başarmıştır. Eğitim, savaşlar ve eğlence, toplumların uyanışını engellemek için kullanılan başlıca yöntemlerdir. İktidarın olduğu yerde evrensel bir iyinin olamayacağı açık. Öyleyse adalet tesis etmenin yolu nedir? Mutlak bir anarşi düzeni mi? İktidarsız, otoritesiz bir toplumun peşine mi düşmeliyiz? Günümüzde dünyaya hükmeden medeniyetler (!), makro iktidar düzenini son noktaya taşımışlar, açıkça tüm dünyaya hakim olmuşlardır. İktidarlar bunu yaparken, teknolojiden ve ve dünya tarihindeki adalet, özgürlük talebiyle ortaya çıkan isyanlardan edindikleri tecrübelerden faydalanmışlardır. Silah teknolojisinin inanılmaz boyutlara ulaşması, iktidarların, önce kendi toplumlarına, daha sonra da tüm dünyaya hükmetme arzusuna korkunç biçimde hizmet etmiştir.
Yönetme, hükmetme isteği, başlı başına korkutucu bir hal almışken, bilimi kullanarak doğaya hakim olan, sanayi devriminden sonra kapitalizm canavarını da bünyesine dahil eden iktidarlar, dünya tarihinde görülmemiş bir adaletsizliğe, evrensel adalet ve uygarlık adına toplumları mahkum etmişlerdir.
İnsanlık tarihi, kurnaz bir tüccarın satışlarının grafiği gibidir. Önce bitkileri, hayvanları satan bu tüccar, giysiler, eşyalar derken günümüzdeki en ileri satış sistemiyle duygularımızı, bilimi ve hatta bizi bile satılığa çıkarmıştır.
Bugünün dünyasına tam anlamıyla hakim olan, toplumların iliklerine kadar işlemiş olan, bahsi geçen ticaretin en korkunç halini almış sistemi kapitalizmdir. Dünyanın bu hale gelmesine dek sebep bu sistem midir? Elbette hayır. Aslında bu sistem, dünya tarihinin ulaştığı mecburi bir sonuçtur. İyi beslenmemiş, kötü şartlarda yetişmiş bir çocuğun, sağlıklı bir yetişkin olması mümkün müdür?
Mevcut sistemin durumunu ortaya koyduktan sonra, Freud'un bahsettiği uygarlığın, bizim uygarlık diye bildiğimiz şeyden çok uzak ve hatta ütopik bir kavram olduğunu görüyoruz. Şu andaki vaziyet gerçekten ümitsiz görünüyor. Ancak felsefe böyle bir durumdan bile, en azından teorik olarak sıyrılmayı başarmamıza yardımcı olacaktır. Hatta belki de, bunun için kullanabileceğimiz tek yoldur.
Freud'un kastettiği anlamda uygarlık ve adalet kavramlarına çok uzak bir yerde olduğumuz kesin o halde, önce adaleti teşhis etmeliyiz ki uygarlık onun peşinden gelsin. Mevcut koşulları göz ardı edersek, adalete giden yol bilgidir. İnsan, doğasını reddetmeden, kendini bilerek ve hiçbir otoriteye tabi olmadan bilgiye ve dolayısıyla adalete ulaşabilir "di". Ancak, çok güçlü ve mutlak bir otoriteye tabi olan günümüz insanı bunu nasıl başaracak?
Foucault, muhalefetin de bir şekilde iktidara hizmet olduğunu söylüyordu. İktidar kendi açıklarını görüyor, kapatıyor ya da kamufle ediyor. O halde muhalefet ne kadar güçlü ve kalabalık olursa olsun bizi kurtaracak güç değildir. Çünkü o da, eninde sonunda bir iktidar adayıdır. Örgütlü olarak içinde bulunduğumuz durumdan kurtulamayacağımızı görüyoruz. Peki bu düzenden hiç bir kurtuluş yok mu? Ona teslim olmak zorunda mıyız?
Bana göre, yapılacak tek şey, bireysel bir uyanış ve başkaldırıdır. "İnsan özgür olmaya mahkumdur" diyordu. Sartre insanın doğasında potansiyel bir özgürlük vardır. Önemli olan onu ortaya çıkarmak ve kullanabilmektir. Toplumsal bir direniş ve muhalefete asla izin vermeyen iktidara karşı durmanın yegane yolu, onu reddetmek, onun koyduğu yasaları, kuralları, ahlakı hiçe sayarak bireysel özgürlüğü yaşamak ve bu özgürlüğün sorumluluğunu taşımaktır.
İktidarlar, toplumsal başkaldırı ve direnişleri bir şekilde mutlaka yok ederler. Ancak hiçbir güç, bireysel bir başkaldırının, reddetmenin önünde duramaz.
Uygarlık, ancak gerçek bir adaletin varolduğu durumda teşhis edilebilir. Bugünkü dünyadaysa gerçek bir adalet bizden çok uzakta. Yine de, içinde bulunduğumuz durumun farkında olmak bile bir başarı ve aşamadır. Sistemin dişlilerinden biri olmamak, bunu reddetmek uygarlığa giden yola atılacak ilk adımdır. Özgürlük, bir mengene tarafından sıkılıyor da olsa var, ve onu yaşatmak bizim elimizde. İktidar, özgür insana ne yapabilir ki? | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Cuma Mayıs 11, 2007 10:08 am | |
| Oyuncul Adalet (5. Yazı)
Mert Bahadır REİSOĞLU - İstanbul Özel Amerikan Robert Lisesi
OYUNCUL ADALET
Uygarlıkla adaletin bağıntısı sorun edinildiğinde, sorulması gereken soruları, özneye bağlı olan, yani etik temeller, insan doğası, toplumun kuruluşunun nedenleri ile, özneler arasılığa, yani toplumsal sorumluluk ve ideal toplum yapısı ya da uzlaşmaya bağlı olarak iki gruba ayırabiliriz. Öncelikli olarak incelenmesi gerekense toplumun kuruluş nedenleri bağlamında insan üzerine düşünüşlerdir. Ardından gelecek sorular ise şunları kapsamaktadır: Bugün, bizim adaletimizin çarpıklığının ve eşitsizliklerin kaynağı nedir ve üstesinden gelinebilir mi? En verimli adalet anlayışı hangisidir?
Antik Yunan’ın etik düşünüşünde –her ne kadar insanın toplumsallığı konusunda pek fikir yürütmemiş olsalar da – en dikkati çeken özellik, insanın bölümlere ayrılışında (sözgelimi Platon’un ruhu üç bölüme ayırışı ya da Aristoteles’in teorik ve pratik akılla, duygular, yani hayvani yanı ayırışında), her ne kadar us benliğin ta kendisi olarak görülse de, ona yüklenen, insan yaşamını ve diğer bölümleri dizginleme yükümlülüğüdür. Usun, kendini denetleyebilirliği yanında, doğru bilgiye sahip olabilir oluşu ve bu bilginin hakikat oluşu nedeniyle toplumsal yaşama da mutluluğu getirmesi, kuşkusuz insanı hayvandan ayıran bir nitelik olarak, ona, kendisini denetleyebilme yeteneği vermektedir. Bu açıdan bakıldığında, hemen hemen tüm Yunan düşüncesinde etkisini hissettiren, mutluluk peşinde koşma ideali, ve usun, ‘tüm kötülüklerin anası’ hırsı denetleyebilir oluşu, insan ile toplum arasında rasyonel bir bağ kurmuş, toplumun da bu temeller üzerinde yükselebileceğini öngörmüş, hatta Platon, ruhun üç bölümüyle devletin üç bölümü arasında rasyonel bir bağ kurarak Devlet’in düzeniyle insanın iç düzenini özdeşleştirmiştir. Bu noktada, Platon’un sistemindeki sınıfların yapılanışına bakmakta yarar vardır: Herkesin, olduğu şeyi kabul etmesiyle ve de hırsından arınmasıyla kurulmuş olan adil bir toplum düzeni görülebiliyor. Kendi konumundan dışarı çıkmayan özne, kendisinden memnun olan, ve yaşamını, kendi iç potansiyelini ve fonksiyonunu gerçekleştirerek mutlu olmakta amaçlandıran insan, akıl ve doğanın birliği içinde kendisine biçilmiş rolü yerine getirmekle yükümlüdür. Kendi doğasını kabulü, adaletin temelidir; anlaşmazlığın ve çatışmaların yerini, ‘rasyonellikle’ kararlaştırılmış bir kabulleniş almıştır, karşı çıkmak, gereksizdir.
Doğa ile insanın bu koşulsuz birlikteliği ve uyumu ile, toplumla insanın çelişmezliği, Descartes’ın düalitesi ile son bulmaktadır: Doğal durumun ve determinizmin dışında tasarımlanan bir ‘ben’ anlayışı ve insan özne–nesne epistemolojisi, ‘özne’ kavramının doğuşuyla, toplumdan önce varolan ve kendinden çıkarak tüm varoluşunu tanıtlayan bir ‘ben’i tasarımlar. Düşünen özne, kendi gerçekliğini kendinde araştıracak ve bulacaktır. Bedenin olumsallığı yanında akıl, bireyin ta kendisidir. Descartes’in bu özne–nesne dikotomisi, adalet kavramıyla bir bağlantısı görülmemesine karşın, etik sorunlara taşınışı ve toplumun kuruluşu teorilerine etkisi bakımından önem taşıyor. Doğruları kendinde bulan özne anlayışının,
Aydınlanma ile birlikte etik temelde bir doğrudan uzak oluşu ve tıpkı Antik Yunan’daki gibi haz ve acıya dayalı olarak etik eylemde bulunuyor oluşu, Hume tarafından, artık, olması gerekeni olgudan türetemeyeceğimiz biçiminde dile getirilmektedir. Artık etik sorunlar ve başkalarına karşı davranışımız, Tanrısal bir iradeden dolayı ‘amaç’ olarak değil, sadece bedensel itkilerimizin çıkara dayalı itiliminden kaynaklanmaktadır. Az önce verdiğim Descartes örneğinin önemi ise burada kendini gösteriyor: Öznenin başat duruma gelişinin doğurduğu, ‘olan’ üzerine, yani doğa ve ‘insan’ üzerine kurulan tahakkûm, ‘Bilgi güçtür.’ (Bacon) sözüyle kutsanırken, artık bilgi Tanrının isteğiyle değil, doğayı kontrol ve refah için arzulanmaktadır. Eyleyen, kendi çıkarı için çarpışan ve tahakkûm kuran özne, artık doğanın ve kendi toplumsal konumunun bedenine hapsolmuş ‘makine insan’ı değil, aklıyla, bulunduğu konumu ve insanlığı değiştirebilecek, kendi yararını gözeten, ‘özgür’ ve ‘hakim’ güçtür. Frankfurt Okulu’nun da eleştirdiği Aydınlanma’nın bu yönü araçsal aklı ön plana çıkarırken, dünyayı bir nesne olarak kuruyor ve egemenlik uğruna insanı da şeyleştirebilir bir potansiyel içeriyordu. Kendi değerini gözeten öznenin sarsılmış etik temelleri, boşa bir çabayla Aydınlanmacılarca tekrar kurulmaya çalışılıyordu. Etik temeli insanın biyolojik yapısıyla irtibatlandırmaya çalışan Aydınlanma düşünürleri, insanı, doğal durumda çıkarını gözeten, mülkiyetini korumak için bir araya gelen (Hume) bir varlık olarak tasarlarken, kuşkusuz adaletin de temelinin insanların sonsuz savaş halini dindirmekte bir aracı olduğunu düşünmekte haklıydılar. Sonsuz savaşı dindirmek ve gelişimle uygarlığı sağlamak için biraraya gelen insanların, kendi iradelerini bir kimseye teslim etmeleri ve böylelikle adaletin sağlanması, toplumun kuruluşunu oluşturmaktaydı (Hobbes). Her ne kadar görüşleri, ‘ilkel insan’ üzerine düşünceleri bakımından karşıtlık içinde bulunsa da ve ona göre uygarlık sorunların kaynağı olsa da, Rousseau da bu bakımdan bir benzerlik taşır: İnsan, toplumsallaşmayı, ilerleme ve ihtiyaçlarını giderme güdüsüyle seçmiş, çıkarlarının ışığında kendi doğal özgürlüğünü başka özgürlüklerle değiştirmiştir; böyle bir toplumda yapılması gerekense tam olarak adaletin sağlanması ve insan üzerindeki baskıların azaltılarak insanı ulaştığı toplumsal refah içinde doğal özgürlük durumundakine en benzer mutluluğa ulaştırmak, yani özgürlüğünü sağlamaktır. Bu bakış açısından, adalet, insanlar için bencil doğalarından ödün vermelerine neden olan bir zorunluluk, toplumun refahının başat öğesidir. Fakat aynı zamanda, onun temel odak noktası ‘birey’dir. Bireyin çıkarı, toplumun çıkarıyla ortak oldukça, onun diğer insanlarla ilişkisinde kendisine yarayan noktalar ve bir zorunluluk olarak uyulan adalet anlayışı dikkat çekmektedir. Fakat en büyük sorun, bu adaletin, özne dışında bir etik temelinin bulunmamasıdır. Çünkü tüm değerlerden arınan ve ‘uykusundan uyanan’ Akıl, artık tahakkûm kurmaya başlamıştır bile.
Şimdi bu anlayışın sonuçlarını görmek için, tarihsel bir sıçrayışla Nietzsche’ye geliyor ve ardından günümüzü sorguluyoruz, çünkü biz hâlâ Aydınlanma’nın çocuklarıyız (Horkheimer). Habermas’ın dediği gibi, Nietzsche, politikada bağımsız ve estetik yaşam tarzı geliştirirken dahi, belki de politikanın en önemli konusunu ve adalete yönelik bir efendi–köle ilişkisi ve hakim sınıfın değerleri düşüncesini koyutlarken, güç istencinin önemini vurguluyor. ‘Nereye baksa güç istenci gören’ Nietzsche, güçlüleri olumlarken insanlığın durumunu da gözler önüne seriyordu, artık etik temelinden tümüyle arınmış insan, kendi ‘adaletini’ koyabilir ve gelişimini sağlayabilirdi: Üst-insana giden yol. (Daha doğru söylendikte, bu, Hitler’in Nietzsche’yi algılama biçimi olarak algılanabilir.) Hegel ve Marx ise uygarlığın nüvesinde çarpışmayı ve sınıflar arası çatışmayı görüyor, tarihin ilerleyici gücünü diyalektik bir anlayışla alkışlıyorlardı. Sınıfların ‘adalet’ elde etmek için savaşımı ilerlemeyi sağladığına göre, Aydınlanma’nın, toplumun çıkarlarıyla çıkarları uyuşan özne tanımında bir hata kendini belli etmektedir. Ya da başka bir deyişle, Holocaust ve Dünya Savaşları gibi felaketlere tanık olmuş olan yüzyılımız, Aydınlanma’nın Akıl’ının akıl dışıyla diyalektiği olarak adlandırılabilirse, bu dönemde ortaya konan etik değerlerin bozukluğu ve yerini dolduran savaşımın ve çatışmanın nedeni daha iyi anlaşılabilir: Dehşet verici olan, bilimsellik ve teknolojinin kutsanmasıyla salt teknolojik gelişime indirgenen bir uygarlık da, etik değerlerden arındırılmış bir ‘güçlünün adaleti’ ile ilerleme kaydedebilir, çünkü özneye dayanan bir felsefenin çocukları, kendilerini, Kant’ın deyimiyle yasa koyucu yerine koyarak, onun amaçladığının tam tersine, kendi doğrularını, Hegel’in Kant’a yönelik eleştirisinde dile getirdiği gibi dayatabilir. Bir ırkın tümden katli, kuşkusuz insanın rasyonelliğinin vardığı ahlâksızlığın en büyük örneğidir, ve Auschwitz’den sonra, Aydınlanma’nın bu çıkarcı temel üzerine inşa ettiği naif toplumsal ilerleme ve gelişme hayalini tekrar etmek ‘barbarlıktır’ (Adorno). Açıktır ki, insanın kendi çıkarlarının doğrultusunda, başkalarını ‘nesne’ ve ‘araç’ olarak görmelerine dayalı bir adalet anlayışı ile yapılanan toplumda insanın ‘savaşçı’ doğası hâlâ kendini göstermektedir, toplum içerisinde Rousseau’nun da dediği gibi savaş hala devam etmektedir. Bunun nedenleriyse kuşkusuz Platon’un düzenindekinin tersine ‘olduğu şey olmayı reddeden’ (Camus) insanın, özünden önce gelen varoluşunu oluşturması ve aklının bile dizginleyemediği, ta içindeki güdülerden kaynaklanan ‘güç istenci’dir (Nietzsche). O, uyumlu olmayı kabullenen ve kendisiyle memnun olan değil, daima güç peşinde koşan bir varlıktır ve bu gücü toplum içerisinde de aramayı sürdürmektedir, gerek hakim sınıfa karşı çıkan proletarya rolünde, burjuvaziye karşı çıkıp, ironik bir biçimde (Sovyetler Birliği’nde de örneğini gördüğümüz) ‘kendi toplumsal özünü’ yine bir iktidar mücadelesi rejimi kurarak, gerekse egemen sınıf rolünde kendi asimetrik adaletini uygulayıp bir sistem inşa ederek: Buna göre adalet, bizim ‘bireyselliğe dayalı’ ve içgüdüsel olarak kendi varlığımızı savunduğumuz ve geliştirdiğimiz bir düzende, güç için verilen savaşımların bir ‘oyun’ alanıdır. Burada temel, ‘gelişim’dir, öyle ki insanın başkalarına varoluşçu anlamda sorumluluk hissetmesi dahi bir zorunluluk olup, Sartre’ın kendisinin ifade ettiği gibi ‘Başkaları cehennemdir.’. Adalet savaşımının, gerek tarihsel diyalektiğin gelişmine, gerekse Üstinsan’a giden yolda (efendiler için) bir araç olduğu anlaşılabilir. Peki ya gelişimin (Darwinist ilkede olduğu gibi) elediği kimseler eşitlik ve insanlık ilkesine aykırıysa, adaletin bir savaşım yerine bir uzlaşım olduğu toplum mümkün müdür ve zorunlu mudur? Günümüz adaletini, iyimser bir tavırla olumlamazsak, alternatif olarak ne önereceğiz?
(DEVAMI ALTTA)
En son tarafından Cuma Mayıs 11, 2007 10:09 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Cuma Mayıs 11, 2007 10:08 am | |
| Günümüz adaletinin, gelişim yerine bir durağanlığa ve uygarlığın çözülüşüne gittiği anlayışı, Aydınlanma’dan bu yana gelen ‘egemen söylemler’in analiziyle anlaşılabilir. Weber’in deyimiyle rasyonalizasyon süreçleriyle dünyayı düzenleyen aydınlanmacı akıl, aslında ilerlemenin tarihinin değil, baskı ve yönetim/iktidar mekanizmalarının ilerleyişinin tarihidir (Foucault). ‘Sapandan megaton bombasına giden’ bu süreçte, toplum bir normalizasyon toplumu olmuş, Aydınlanma’dan bu yana gelen öte-anlatılar (Lyotard) farklılıkların bastırılması ve iktidara tabi kılınması süreci içerisinde Rousseau’nun iyimser bir biçimde dile getirdiği, başkalarının iradelerinin kamu iradesine uygun hale getirilmesi, modern iktidar (biyo-iktidar – Foucault) tarafından hayata geçirilmiştir. Bu normalizasyon toplumu ve öznelerin kurumu, denilebilir ki, Platon’un yukarıda değindiğim ‘yerlerinden memnun özneler’den oluşan iktidarıyla benzerlik taşır. Burada, kanımca, iki teknik söz konusudur: İnsanların düzen içerisindeki yerlerinden memnun kılınmaları ve gelişimi sağlayacak bir ‘mücadele’ etiği. Aydınlanma’nın kurguladığı ‘statik’ bir barış durumundan çok, mücadele eden bireylerin biraradalığına işaret eden bu süreç, iktidarın ödüllendirme, cezalandırma ve kendi de dahil bütün insanlığı dikotomiler içerisinde konumlandırarak, karşıtı aracılığıyla kendini tanımlama pratiklerine dayanır. Ödülleme, cezalandırma ve farklılıkları törpüleyerek eşitlik ve adalet elde etmeye çalışan bir iktidar, ‘oyun’dan total teorilerle dışladığı (Lyotard) ya da normalleştirdiği (Foucault) marjinallerin yokluğunda beliren bir adalettir. Bireyselleştirme sonucu herkesin kendini oluşturduğu –ve aslında önceden oluşturulmuş öznelliklere yerleştirildiği– ve bir bütünsellik kazandığı toplumda adalet, tam da Rousseau’nun dediği gibi (!) herkesin bir anlaşmaya varmasıyla sonuçlanmaktadır. Ve bu da kuşkusuz, bizim Batı uygarlığımızın temelindeki adalet, yani aynılama adaletidir, buradaki savaşım ise bireylerin kendi farklılıklarını korumalarını öngören değil, mülkiyetlerini korumalarını ve iktidar elde ederek normalizasyon sürecinin refahına erişmeleri yönündeki savaşımdır (Amerika’nın çalışmaya ve mücadeleye verdiği önem gibi, nitekim Amerika’nın kendisi de kendini dışladıklarından var etmekte, Vietnam Savaşı döneminin başkanı ‘Vietnam Savaşı Amerika’ya refah sağlayacaktır.’ diyebilmektedir, bu ise Amerika’nın kendini kabul ettirişi ve varlığını olumlatışının değil, kendi çıkarını sağlamaya yönelik itiliminin sonucu bir özne-nesne epistemolojisinin hegomonik tezahürüdür.) Peki ya bu iktidar içerisinde ne yapılmalıdır? Hâlâ, uzlaşımcı bir toplum, statik ama barışçıl bir adalet mümkün müdür? Habermas, iletişimsel eylemi araçsal eylem yerine önererek, karşıtlar arasında mutabakata varmanın olanaklılığını savunarak, kuşkusuz ‘Evet!’ yanıtını verecektir. Ego/nesne ikiliği yerine ego/alter (ben/öteki) ilişkisini koyan Habermas’a göre, uygun ve ‘adil’ koşullar sağlandığında bir uzlaşıma varılabilir, kararlar bu yolla alınıp, bu ideal ve barışçıl adaletin gerçekten temelllendiği bir topluma ulaşılabilir: Oysa, Lyotard’ın da bahsettiği gibi, burada gözden kaçan nokta, hâlâ aynılıkla anlaşan bir düzen olarak ‘eşit olan herkese karşı’ adil oluşun, hiçbir anlama gelmeyişidir. Bunun yerine o ve ‘postmodern’ diye tanımladığımız (her ne kadar bu kavram tam olarak etiketlenebilir olmasa da) teorisyenler, farklılıklara saygı göstermeyi amaçlayan bir adalet anlayışı geliştirirler, iktidarın aynılaştırıcı etkisine karşı, uzlaşımı kabul etmeyen bir dil oyunları bağlamında farklılıklar asla indirgemeci bir anlayışla silinmeyecek, aynılaştırıcı öte-anlatılar oyundan dışlanacak ve ikiliğe dayalı hegemonyanın yerini çokluklar adaleti alacaktır. Her söylemin, her farkın eşit olduğu bu demokratik ortamda ve yerel mücadeleler alanında uzlaşım yerine ‘bitmeyecek bir çatışma vardır’. Ve Lyotard’ın da inandığı gibi icat, çatışmanın bir ürünüdür, toplumun gelişimi ve uygarlık ikiliklerinin ceza-ödül yasasına dayalı eşitleyici adaletinde değil, özne-nesne epistemolojisinin son bulduğu ve yeni öznelliklerin keşfedildiği bir toplumda yaşanacaktır.
Hiç dinmeyen bu uzlaşmazcılık, ve bir sınıfın çıkarına dayanan (sözgelimi, Deleuze’yen bir anlatımda hiç durmadan yeniden oluşumu sağlayan arzunun, yerli yurtlulaştırılmasına dayalı olan) bir savaşımdan çok, kimsenin ‘başkası adına konuşma alçaklığında bulunmadığı’ (Foucault), ama kendi varlığını, varolan iktidar mekanizmaları ve öznelliklerden arındırıp ‘olduğu şeyi reddederek’ ‘kendini bir sanat eseri olarak kurduğu’ (Foucault) toplumda adalet, her ne kadar Kant’ın evrensel ahlak yasaları ya da Habermas’ın mutabakatına dayalı olmasa da, bizim Aydınlanma’dan bu yana geliştirdiğimiz düzenin yaratttığı, eşitlik ve birliğe dayalı adaletten daha olumlu görülebilir. Postmodern bu teorinin eksikliği ve özneler arasılığa dair bir kavram sunmayışı ise bir sorun olmakla birlikte şu an için tasarımlanan toplumun adaleti anlayışları arasında öncekine göre makul olanı temsil etmekte ve eleştirel teorinin yardımıyla geliştirilerek ‘uygarlığı temeli’ haline getirilmeyi beklemektedir, aksi taktirde ‘oyuncul mücadele’ olmayan toplumumuzun asimetrik sonu Baudrillard’ın da koyutladığı bir içe dönük infilâk yaşama tehlikesi içerisinde aynılığın ve kitlenin adaletine doğru yuvarlanmaktadır. | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Cuma Mayıs 11, 2007 10:09 am | |
| Felsefe İle İnsanın Arasındaki Siyaset (6. Yazı)
Alican TAYLA - Özel Saint Joseph Fransız Lisesi
FELSEFE İLE İNSANIN ARASINDAKİ SİYASET
Freud'u bir ruhbilimci olarak ele alırsak, uygarlık gibi toplumsal kapsamlı bir kavramın üstünde -bir kitap yazacak kadar- durmuş olması ilk anda şaşırtıcı gözükebilir. Bu söz pekala topluma ve siyasete daha meyilli, Marks veya Engels gibi bir düşünürün olabilirdi. İşte bu noktada, altını çizmemiz gereken önemli bir nokta ile karşılaşıyoruz. Özellikle de, çalışmalarını insan psikolojisi ve hatta içgüdüler üzerine yoğunlaştırmış Freud'dan hareket edecek olursak hemen karşımıza bir birey- toplum ikilemi çıkıyor. Birbirini var eden bu iki kavram arasındaki birleştirici ve ayırıcı çizgileri doğru çizebilmek çok önemli.
Freud'un bu kısa cümlesini açabilmek için elimizdeki ilk anahtar "uygarlık" kelimesi. hakkında çok kesin ve somut bir tanım yapmanın zor olduğu, farklı toplumlar tarafından değişik şekillerde yorumlanan bir kavram bu. Dolayısıyla uygarın "ne" olduğundan çok "ne"ye uygar dendiği üzerinden düşünmek daha kolay olacaktır. Uygarlığın, milletler üstü bir kapsamda inceleyecek olursak, ki bu, özellikle medeniyet kavramıyla ne kadar yakın olduğu düşünülürse daha doğru olur, evrensel bir ahlâk anlayışı temeline dayandığını görürüz. Gündelik hayatta sık sık, biraz da üstünkörü, oraya buraya serpiştirdiğimiz bir sıfat "uygar". Uygar devletlerden, uygarlık yolunda atılmış adımlardan ve hatta uygar insanlardan bahsederiz. Peki ne yatar bu uygarlık düşüncesinin altında ? Toplumsal bir mutluluk ? Huzur? Düzen? Güç? Hepsi? Kesin ayırımlar yapmak güç. Ancak bir gelişme, toplumsal bir gelişime bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Uygar olduğuna karar vermeye alıştığımız toplumlar genelde medeni düzeyde ilerlemiş toplumlardır ve bunlara şöyle bir bakınca ilk gördüğümüz, kendi içlerinde nispeten huzurlu ve kaostan uzak bir sistemdir. İnsan topluluklarının bir arada yaşaması amacını güden bu sistemin özü ise tabii ki, her alanda, herhangi bir toplumun bireyinin ilk ve en temel hakkı olan eşitliğe dayanır.
Öte yandan bunu sağlamak, medeniyet ve toplumsallık geliştikçe zorlaşır. Rousseau'nun dediği gibi "insan doğası gereği iyidir; toplum onu yozlaştırır." Çünkü toplum düzeninde, insanlığın her çağında etken rol oynayan, çıkarlardır.
Burada işin içine adalet giriyor. Eşitlik tek başına basit gibi gözükürken, onun hukuki dile tercümesi olan adalet, bu kavramın hayata geçirilişine dair realiteleri kapsayarak çok daha karmaşık bir boyuta getiriyor bizi. Çünkü hukuki, buna bağlı olarak da siyasi çağrışımlar ortaya çıkıyor ve çok daha fazla sorunun kaynağı olan olaylara büyük bir şüphe ile yaklaşmamıza yol açan çelişkilerle karşı karşıyayız.
Uygar bir zihniyetin taşıyacağını beklediğimiz insani kaygılar kaçınılmaz olarak belli sınırlar içinde kalmamalıdır. Söz konusu olan sadece belli bir kesimi ya da milleti kapsamayan, evrensel bir adalet anlayışı olmalıdır. Ancak adaleti de kapsayan hukuki yaptırımı devlet elinde bulundurur. Devlet ise, evrensel, insanlık temelli bir adaletten çok, ilk olarak kendi toplumunun düzeninden sorumludur. (Şimdilik bunun doğru uygulanışı hakkındaki şüphelerimizi bir kenara bırakalım.) Dolayısıyla evrensel bir adalet kaygısıyla uluslararası boyutta girişilen siyasi müdahalelerde her zaman bir yanılsama çıkar karşımıza.
Toplumların kendi içlerinde egemen güçleri olduğu gibi dünyada da egemen uluslar var. Bu egemenlik ise etik bir doğrudan çok teknoloji, ekonomi, askeri güç gibi alanlarda gelişerek oluşturulan bir "medeni devlet" görüntüsüne dayanır ve bu, günümüzün deyişiyle "süper güç"lere kendi evrensel ahlaki doğrularını politik çıkarlarına bahane etmek gibi çok kullanışlı bir kolaylık sağlar. İçinde siyaset bulunan hangi kurumsallaşmaya bakarsak bakalım asla ilk karşılaşacak olduğumuz, tam bir insanlık kaygısı olmayacaktır. ABD başta olmak üzere, tek tek süper güçlerin, Birleşmiş Milletler'in ya da Avrupa Topluluğu'nun hangi sorunlara, ne zaman ve nasıl müdahale ettiklerine bakarsak zaten bütün bunlar çok açıktır. Bu yalnızca uluslararası değil ulusal siyasi kurumlar için de geçerlidir.
Dolayısıyla insanlık adına hiç bir ahlaki yaptırım gücünün devletlerin ya da devletlerin oluşturdukları belli grupların elinde bulunması kabul edilemez. Tabii ki bu, felsefeden çok felsefenin hayata yansıması ve de dünya düzenine uyarlanamayışıyla ilgili bir sorunu ortaya çıkarıyor. Siyaset felsefe ile insan arasındaki engeldir bir yandan.
Platon'un "République"inden başlayarak daha sonra Voltaire, Marks gibi bir çok önemli düşünür siyasetle ilgilenmişlerdir; ancak bir siyasetçinin felsefeyle ilgilendiği çok nadirdir. Çünkü işin özü gereği siyaset, felsefi kaygılar taşımaz. İnsan Hakları Bildirgesi gibi "uygarlık yolunda atılmış en önemli adımlardan biri"nin egemen siyasi sisteme bir başkaldırı olarak ortaya çıkması, XIII. yüzyıla gittiğimizde gördüğümüz Magna Carta'nın muhalif bir nitelik taşıması, bunun en güzel göstergeleridir. Tarihte eşitlikler ve bütün haklar egemen güç sayesinde değil, ona karşı gelerek kazanılmıştır.
Başa dönecek olursak, uygarlığın en alt katmanında yatan kaygı adalettir. Ancak bu anlayış, dünya standartlarını çizen "uygar" devletlerin elinde bir oyuncak haline gelmiş ve siyasi kurumların dışladığı "felsefeye dayanan toplumsal bir ahlak anlayışı"ndan ileriye gidememiştir. Felsefenin, bugün en acıklı durumu da kitleler üstündeki gücünü ve harekete geçirici etkisini günden güne kaybetmesi, onu bastırmaya çalışan siyasete yenik düşmesidir. Yaşamda kalmaktan sonra insanın belki de en temel hakkı olan felsefenin bugün bu halde olması da, adalete olan inancımızı, uygarlığa olan inancımızı temelinden sarsmaktadır. | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Cuma Mayıs 11, 2007 10:10 am | |
| Son Durak (7. Yazı)
Öznur KARAKAŞ - Bolu İzzet Baysal Anadolu Lisesi
SON DURAK
I. FARKINA VARIŞ Bir toplantı salonu burası... Özenle döşenmiş, ışıklandırılmış değil. Rahat koltuklara rastlamak ta imkansız. Üst katları yıkılmış bir apartman dairesinde, bodrum katı ya da bir sığınaktalar. Dışarıda insanlar yorgun ve şaşkın... Karışmış kafalarıyla şehirlerinin yıkıntılarında dolaşıyorlar. Ağlayamayan, gülemeyen insanlar, boş gözlerle, kirletilen-kirlettikleri “dünyalarının can çekişmesini” izliyorlar. Garip bir his, ufacık bir umut ya da farkındalıkla durup duygularını anlamlandırmaya çabalarken ilk defa yalnız hissetmiyorlar kendilerini. Düşündüklerinin anlaşılmama ihtimali yok. Çünkü hep birden aynı şeyleri düşündüklerini biliyorlar. Birlikteler ilk defa: Acıda birlikteler. Ursula K Le Guin’in Mülksüzler’indeki Anarresliler kadar birlikteler. Belki de devrimi yaratmayan, aslında kendisi devrim olan “Odo”nun dediği gibi; sevgi biraraya getirmiyor insanları. Nefretten ayrılamıyor, bir bağlanış (sahiplilik ve sahiplenme) gerektiriyor. İnsanları birarada tutacak olan “acı”, kirletilmiş ve sahipli dünyalarından sürülerek Ay’a –gerçekte yine dünyalarının sömürgesi olan (?) verimsiz çöl’e– göçen mülksüzlerin, anarşistlerin, yani Anarreslilerin bir bildiği var mı yoksa? Geçmiş–gelecek ilişkili bir beraberlik/çift dünya... Olması gereken bu mu diyorlar, gözleriyle birbirlerine. Ama artık bu dünya bir yıkıntı: tüketilmiş, sömürülmüş, yok edilmiş bir yıkıntı. Ve yeniden başlayabileceğimiz bir Ay yok!
Düşünüyorlar yine hep beraber ve gözleriyle konuşarak. Proudhon yakıp yıkmalı diyordu her şeyi; dinleri, ahlâk kurallarını, daha iyi köleleştirebilmek için uydurulmuş tüm saçmalıkları. Bunları söylerken acaba farkında mıydı özü sömürüye dayanan, belli sınıfların çıkarlarına hizmet etmek için uydurulmuş sistemlerin; insanların inançlarını kullanan körü körüne bağlanılmış dinlerin son noktasının yine bu yıkıntı olduğunun. Marx farkındaydı belki Manifesto’sunda kapitalizmin komünizme giden yol olduğunu savunurken. Ama o da mülkiyet hakkını devlete devrederken yanılıyordu: Yöneten ve yönetilenin olduğu bir sistemde eşitlikten söz edilemez.
II. GEÇMİŞE BAKIŞ/ “SUÇ” MAHALLİNE GERİ DÖNÜŞ Sonsuz düşünüş devam ediyor. Yüzler farkında oluşun gerginliğiyle çökmüş. Hata, diyorlar, neredeydi? Ya da bilinçsizlikle suçlu kim? Ceza sistemlerinin, zaten hiçbir zaman varolmamış işlevini, tamamen yitirmiş olduğunu unutup. Asıl suçluları yaratanların cezaevleri olduğunu da. (Hırsız yaratmak istiyorsan sahip, suçlu yaratmak istiyorsan yasa yap.) Bir yüz görünüyor. Kalabalığın arasından sıyrılıyor, yüksek sesle ve her şeyini yitirmiş bir insan kararlılığıyla konuşmaya başlıyor: “Küçük toprak parçalarını bulduk kendimize, daha mağaralarımızdan çıkar çıkmaz. Çitlerle çevirdik etrafını ve bayrağımızı diktik üzerine: Burası benim. Sonra bu küçücük toprağımız yetmez oldu. Yanı başımızda, yine sahip olma çabasına girişmiş olan, ama kendimizden daha güçsüz bulduğumuz komşumuzun toprağına göz diktik. Canımızın acıdığını ve bu acının dünyadaki en büyük yaptırım gücü olduğunu daha o zamanlarda keşfetmiştik. Bu yaptırım gücünü elimizde tuttuğumuzun farkında, komşumuzun toprağını ele geçiriverdik. Sahip olma duygusu sonsuz bir tutkuydu ve kanın tadı güzeldi. Küçük insanlarımızı savaştıracak, kandan daha başka yaptırım güçleri bulmalıydık. Dinleri oluşturduk ve onlara vatanlarını korumak için canlarını vermelerini öğütledik. Sorgulamaktan korktuğumuz dinimizin emriyle başka dinlere inanmış insanları öldürdük. Sokrates “kendini tanı” demişti ama, biz öncelikle dinimizi, dilimizi ve çevremizi saran ahlak kurallarını tanıdık. İlk olarak “öteki” saydığımız insanları ve sonra kendi içimizdeki hiyerarşi de bizim dışımızdaki saftakileri öldürdük. Şimdi elimizde kalan koca bir hiç. Mezar kazıcılarımız, dilencilerimiz, büyücülerimizle kendi döngümüzde dolanıp duruyoruz (Nietzsche). Hissettiğimiz sadece tedirginlik ve bunaltı (An-Goise)
III. SON DURAK Konuşmacı sessizce yerine oturdu. Ne bir alkış ne bir yuhalama. Sadece tonunda sahibinin umutsuzluğunu barındıran uzak bir ses-bir soru: “Şimdi ne olacak?” Yeniden başlanacak bir “Ay” yok. Yıkıntının üzerinden yükselmeli. Çıkış noktası olarak benliği alarak ve ben dışındaki “cogito”ya da ulaşarak yaşarız, cezasız, sahipsiz olarak yeniden doğarak. | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Cuma Mayıs 11, 2007 10:10 am | |
| Özü Keşfetmek (8. Yazı)
F. Fulya GÖKCAN - Ankara Ali Naili Erdem Anadolu Lisesi
"Bilimde olduğu gibi ahlakta da icat ve keşif birbirinin ardından gelir ve birbirlerinin içine girer. Her ahlaki yenilik bir icat, sonra bir keşiftir." Hilmi Ziya ÜLKEN Ahlâk. Ülken yayınları,İstanbul,2001,s.193.
ÖZÜ KEŞFETMEK
Yalnız bir adamın öyküsüdür bu... Yıllarda bir arada yaşadığı, bir çok şeyi paylaştığı, sevdiği, sevildiği, doğduğu, büyüdüğü, yaşlandığı dünyadan kaçan bir adam...Kendi değer yargılarını, etik anlayışını, hayata bakışı irdeleyen, bir kaşif...Bir "YERALTI ADAMI" Dostoyevski'nin "yeraltı adamı"dır o. Aslında o da yaşama tutkundur diğerleri gibi. Onun kaçışı yaşamdan değil. Onu yaşamdan uzaklaştıran toplumdandır. Birey olmaktan, özgür bilincini geliştirmekten, yaratıcılıktan uzaklaştıran, o sığ ve yapmacık toplumdandır kaçışı. Kendi etiğini, değer yargılarını, kurallarını özgürce büyütmektir tek kavgası.
Değersiz olmak değil, sürü beyinlerin dayattığı ereksiz değer yargılarını irdeleme cesareti göstermektir...Dostoyevski "Yer Altından Notlar" adlı eseriyle varoluşçu ve tutku delisi yanını cesurca sergiler. Merak ediyorum acaba bunu yapmak cesaretini gösterdiğiniz oldu mu? Yani siz hiç değerleri değerlendirdiniz mi? Yoksa yaşamın günü gelince kapanacak bir tiyatro perdesi ve bizlerin rolleri tanrı tarafından belirlenmiş birer oyuncu gibi bu evren senaryosunu oynadığımızı mı düşünüyorsunuz? Hiç özgürlüğünüz yok mu? Kendi etik anlayışımızı keşfetmekten uzak ve aciz, özünü yitirmiş, kendine yabancılaşmış, sürüleşmiş, determinizmin güttüğü koyunlar mıyız? Herhalde ünlü Alman düşünür F. Nietzsche bu sorulara "senin ölümün, benim yaşamım" derdi. Kimin ölümü? Kafalardaki toplum olgusunun, bizi birbirimizden farksızlaştıran, sürü insanı yapan, sığ değerlerin ölümü. Yaşamsa "üst insan"ın, özgür, bilinç sahibi, özünü keşfetmekten korkmayan, bu uğurda tüm toplumsal değerleri ve tanrı olgusunu yıkma olgunluğunu gösteren, toplumdan soyutlanmayı göze alan...sorgu adamının. O, toplumun değer yargılarının bizleri körleştirdiğini, yaşamı anlamsızlaştırdığını ve bayağılaştırdığını savunur. Evet ahlâk bir keşiftir ancak bu keşif rölativist ve ve öze ulaşan boyutta olmalıdır. Nietzsche, bireysel ahlâk savunucularının en önde gelen isimlerindendir. Bizlere toplumsallık maskesi altında dayatılan esir edici disiplinlerin birey olmaktan uzaklaştırdığını savunur. Ontolojik boyutta "dasein" olgusunu irdelemeyi önemsemeyen Nietzsche, bazıları aksini iddia etse de o tam bir existantialist, bir bireysel ahlâk savunucusudur. Ecco Homo'sunda sürü insanının ve sürü psikolojisinin kritiğini yapmış, birey olabilmek için bizlere dayatılan bu değerlerin, tanrı olgusunun, kafalara takılan tüm metafizik soruların terk edilmesi gereğini indeterminist bir bakış açısıyla irdelemiştir. Yaşama tutkuyla bağlanmak, kendi değerlerinin keşfinde yatar. Ecco Homo'sunda söz ettiği gibi "insan üstesinden gelinmesi gereken bir şeydir." Ancak yalnız sorgulayan özgür kafalar bu süreçte başarıya ulaşabilir.
İnsan kendi özgür bilinci ile kendi seçimlerini yapamıyor, sürü bilinciyle toplumsal değerleri omuzluyor, kendiyle hesaplaşmaktan kaçıp kolayı seçiyor, fırlatılmışlığını inkar edip her şeye burnunu sokan, düşünen beyinlerden korkan determinist kafaların evrensel etik masallarına kulak asıyorsa onun bir "homo sapiens" olduğunu kim iddia edebilir? Tabii ki Hegel! Kuşkusuz diyalektiği ile felsefeye çok şey kazandırmış olan Hegel, tam bir deterministtir. Nietzsche’nin aksine onun dünyasında özgürlüğe yer yoktur. Geist en kutsal ve en güçlü olgudur. Tüm temellendirmeleri, diyalektiği onun varlığını ispatlar niteliktedir. Geist, kendi özgür iradesiyle bu evreni yaratmış, ruhlara insanlık elbisesini giydirmiş, rolleri birer aktör olarak, güzelliklerle donattığı bu evrene göndermiştir. Bu özgürlüğü elinden alınmış ruhların özgürlük istemi söz konusu olamaz, onlar kendilerine bahşedilen bu güzelliklerden faydalanırken, toplumsal ahlâk kurallarına sığınmalı, soru sormamalı, kısaca bir kısır döngünün, bu kirli düzenin bir parçası olmalıdırlar. İdealizm'in temsilcilerinden olan Hegel, varoluşu ve evrendeki bu ruh döngüsünü, geliştirdiği diyalektiği ile açıklar. Cevher olan Geist'tir ve tüm bu evren onun açılımıdır, dünyadaki görevlerini tamamlayan ruhlar tekrar özüne kavuşur. Ancak materyalist felsefenin önde gelen isimlerinden olan Karl Marx, Hegel'in diyalektik sürecine karşıdır bu bağlamda. Hegel'in diyalektiğini çok iyi temellendirdiğini ancak binayı ters inşa ettiğini savunur. Marx, Hegel'den esinlenip kendi diyalektiğini "materyalist diyalektik" dediği ruhun değil, ruhun değil, maddenin döngüsünü savunur. Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı yapıtı ve "evrim teorisi"nde materyalist etkiler görmek mümkündür.Önce maddenin varolduğunu, bilincin zaman süresince evrimleştiğini ve evrende bir madde döngüsünün varlığını öne sürer.
Sartre'ın deyimiyle "varoluş özden öncedir." Bu bağlamda Sartre'ın benimsediği felsefi disiplin ve materyalizm benzer nitelikler taşır. Sartre, kendisini ne bir filozof ne de bir varoluşçu olmakla şereflendirir. Felsefesini kendinde bilinç ve kendisi için bilinç disiplinleri üzerine kurmuştur. Bilinci olan insan, bilinçsiz nesneler alemine rasgele fırlatılmıştır. Nesneler, kendinde bilinç ve kendisi için bilinç olarak değerlendirilir. Örneğin bir taş bilinçten yoksundur, değişimlere ve olgular alemine ayak uyduramaz, bilinci kendinde olandır. İnsan ise değişimlere uyum sağlayan, bilinç geliştirebilen, özgür, rölativist bir varlıktır. Sartre, bireysel ahlâk ve kural tanımazlık savunucularındandır. O da tıpkı diğer varoluşçular gibi, toplumun insanı özden uzaklaştırdığını savunan, koyu bir tanrı tanımazdır. Değerlere bağlanmayı acizlik olarak görür. Toplum olgusunun ve bu dayatmaların insandaki tutkunun öne geçtiğini ileri sürer. Hatta bu bağlamda tüm değer sorunlarını dilde reform gereğini savunarak basitleştiren dil çözümlemecilerine atıfta bulunur, "varoluş dizgiye indirgenemez" sözüyle. Kuralsız, tanrı tanımaz, rölativist, varoluşçu bir sorgu adamıdır. Onun felsefesinde yatan enigma, sanatta sürrealizmin doğmasına yol açmış, tutkunun ve estetiğin bütünleştiği sihirli bir akım ortaya çıkmıştır.
Keşfetmek sorgulayan, özgürce yaşamaya aşık, yaşama tutkun, cesur ve bilinçli kafaların atıldığı zaman zaman ödülünün suçlanmak olduğu, kuralsız beyinlerin edimidir bence. İnsan, keşfettikleri ölçütünde yaşamaya mahkumdur ve bu keşfedilen değerler bireyce, bireye yakışan relativist edimlere dayanmalıdır. Ancak sorgulayan ve yaratıcı beyinler, özünü keşfetmekten keyif alır.
Yaşamdan keşfettiklerimiz bize göre güdülmemiş olmalıdır. Etik ve değer yargıları boyutunda da insan kendi değerlerini keşfetmeli, özgür bilinciyle yaşamalıdır. İnsanca bir yaşam için öze giden yolu, kendini, kendi değerlerini keşfetmek bence en kutsal edimdir. Nietzsche'nin Zerdüşt'ü gibi... | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Cuma Mayıs 11, 2007 10:11 am | |
| Kırçıllı Dünya (9. Yazı)
Melisa ÖZEN - Antalya Özel Akev Koleji
KIRÇILLI DÜNYA
Kırçıllı bir dünya bu; izini bırakmak için adımlarını çocukça sürttüğün! Ne siyah, ne beyaz; tam bir ara renkler çılgınlığı aslında... Ve tüm dialektik zıtlıklar gibi zaruri bir ana renkler müebbeti...
Davranmak! denen o en somut ve hayatsal duruşta başlıyor ne onların katli, yaşamak için karanlık koşul şart, değişimse 'katli vacip' oluyor cennet yolcularının beyinlerinde. Kararlar, tercihler, duruşlar ve sistemler önünde, iki seçenekli şapşal seçkisi bir ankete dönüveriyor hayat, başlıyor sessiz gecede saklı bir ara renkler çığlığı...
Bin yıllardır sürgit bir tekrarlayış olup çıkıyor önümüze halkın 'salimiyeti' ne düşkün, rahat seyirler müptelaları. Binlercesi yazılıyor sana o korkunç(!) çağdan kurtuluş reçetelerinin. Kendi elinle inşa ettiğin bir adaletsizliğin 'yeterli sayıda' koruyucu neferi olman yolunda anlamsızlık yüklü bir zevk-ü sefa vaadi ardından... Biraz anason, biraz karanlık... Ve insanlık sonu yok bir bahtiyarlığa uzanıyor. (!) (!)
İster istemez zihnimi zorluyor şu dizeler -hazin bir farkında oluş ile- 'ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya, kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar, okullar, ağaçlar ve evler çizerek dünyaya...' (G. Akın) Ellerinde kalın fırçaları, ömrümün tuvalinde binlerce hileli Picasso... Ortega y Gasset ve yüzlercesi...
-Esmer bir ırkın eziliş ağıdı- Cazın, kokteyllerin dans müziğine döndüğü bir dünyada, Broadway'i, Harlem'i ve dahi New Orleans'ı Missisipi deltasında uzun bir melodisizliğe boğmak isteyen kavram gaspçıları!!! Şimdi bu gaspçıların çaldığı kavramların izini sürmek gerekiyor biraz felsefe tarihinde. 'Havada kalan' ve 'ipe sapa gelmez' cüretkar tespitleriyle kurban edilen düşünce farklılıklarına nasıl bir diyalektik - tartışmalar ve boğazlamalar birliği - sebep olmuş sorusunun peşini sürmek gerek.
Biraz eskiye gidersek Stoa'cı bir kabulleniş sesi geliyor kulağıma bu cüretkar zatın, yıkıcı fakat yerini dolduramamış ifadesinden. Kim bilir belki de bir farkında olamama hali; bireysel eşitsizlikten doğan binlerce düşünce kırıntısının nasıl bir yoğrulma ile kendini karşıtıyla beslediğinin ve her daim bir sıçrayışın ve gelişimin merkez üssü oluşunun. 'Teşbihte kusur olmaz'ın cesaretiyle iddia ediyorum ki felsefe ve insanlık düşmanlığıdır Gasset tarzı bir kabulleniş.
Gerçekliği, öğütler ve reçeteler mantığında, Aristo'nun kavram sızdırmaz bölmelerine ayıran bir realistlik; doğrusu insanlık adına oldukça ürkütücü!
Oysa, tarih bir kez baldıran zehrinin tadına bakmışken, büyük çarkların sistemli dinamiğinde hayatlar dönüşürken başka hayatlara, tahripkar devrimlerden geçmişken insanlık, dahası hala Hiroşimalı bir kız çocuğunun külü kokuyorken - kimilerinin zevk-ü sefasının onulmaz parçası - bu rüzgar, nasıl oluyor da korkutucu bir kesinlikle 'bazı' fikirlerin ipe sapa gelmezliği, basit bir çözümlemenin sonucuna bakar oluyor??? Yoksa hâlâ varoluşlar 'olmak ya da olmamak' çizgisinden mi değerlendiriliyor ve 'selâmet' birden insan oluşun önüne mi geçiyor?
Hayır olmak ya da olmamak sorunsalı gibi bir felsefi sorunu ortaya atmama bakmayın. Söz konusu ifade kanımca bir felsefi kaygı içermiyor, salt bir koruma içgüdüsü o kadar. İnsanlığa ve değişime karşı bir koruyucular müfrezesi oluşturmanın kutsal inancı... Çünkü hayat alabildiğine kırçıllı ve her zaman yetmiyor Heisenberg'in olasılıklar teorisi, bu eşitsizlikler birliğinde ayakta durmak için tüm insan dışı yöntemlere başvuran sistemleri korumaya (!)
Aksine felsefe değiyor hayat en gizli yerinden; ve hayat alabora. Bu hep böyle olmadı mı? Keşifler sonucu ortaya çıkan sömürgeci bir yönelim, ardından ekonomik gelişmelerin tohumu; yeni sistemler, rönesans, reform, yeni sınıflar, yeni akımlar, yeni çelişkiler ve onulmaz bir diyalektik! Karşıtında kendini bulan bir dönüşüm... Baş aşağı felsefelerden, ayak üstü duran yeni felsefeler, bilginin imkanı ya da imkansızlığı...
Aşkta ve düşünde 'değişmez' bir 'değişim'.
Yoksa neden Aragon, Elsa'dan sonraki eserlerinde (theatre/roman) Elsa'nın sözünü bile açmadı. Belki de Gasset'e göre 'havada kalmış bir aşk'tı buna sebep!
Hayatın merkezinde bulunan tüm bu gelgitler kolaycı bir kesinlikle idam edilen bir 'ipe sapa gelmezlik'miydi yalnızca?
Hayır. Aksine bir güçtür bu, felsefenin habitatı ve insan olmanın gerek şartıdır da aslında. 'Bireysel üslup'la şekillenen binlerce 'ipe sapa gelir' perspektif!!! Çünkü hayat formülle çözülen problematiklerden çok daha çetrefilli ve kuraldışıdır bilinenin ötesinde. Tüm bu kırçıllık ve kural dışılıkta en çok ta yeniye muhtaçtır kişi.
Ve tüm insanların yanında Gasset'in sözü! Esasında o da istese de istemese de ipe sapa gelmezliğin sabitsizliğinde ve mutlaksızlığında bir 'ipe sapa gelmeyenin' kurbanı. Ve o da, 'mutlak doğru yoktur' benzeri bir paradoksun talihsiz bir kahramanı yalnızca.
İşte tam da bu noktada Gasset'e doğru, Gasset'e karşı ya da ona rağmen başlar felsefe.
Birileri afazinin genetik yayılımını sosyal bir yayılıma dönüştürürken, ırklar, ülkeler, kentler no-caz bir seyirciliğe mahkum kılınmışken, insan kendi mimarisi sistemler içinde küresel sömürülere doğru bir sessizliği büyütürken, aşk ve sanatı o önceden tanımlı, kurulmuş yerlerinden söküp almak ve karmaşanın ortasında özgür kılmak için bireyin en çok ihtiyaç duyduğu şey -Gasset'e rağmen- 'ipe sapa en gelmeyen' hikayelerdir aslında. Çünkü hayat sanıldığından çok daha fazla ara rengi barındıran kırçıllı bir dönüşümdür sadece... | |
| | | vasko Moderator
Mesaj Sayısı : 919 Yaş : 35 Kayıt tarihi : 29/12/06
| Konu: Geri: 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı Cuma Mayıs 11, 2007 10:11 am | |
| Bu Benim Dünya mı? (10. Yazı)
Burçin KAYALI Antalya Attilla Konuk Lisesi
BU BENİM DÜNYAM MI? Tarih boyunca yaptığımız gibi, insanı ve doğayı gözlediğimizde, karşımıza daha önce hiç karşılaşmadığımız sorunlar çıkıyor. Felsefenin “problem gören” gözleri, gördükleriyle insanları korkutuyor. “Dünya, daha önce hiç bu kadar dünya olmamıştı. İnsanlık sevgiden hiç bu kadar yoksun kalmamıştı.” diyerek tepkimizi dile getiriyoruz. İnsan yüzünün silinmişliği (İonna Kuçuradi), insanın kendi ürettiklerine yabancılaşması (Karl Marx), düşünen insanları insanlık adına kaygılandırıyor. Eğer dünyaya ve yaşadıklarına daha yakından bakarsak neler göreceğiz? Çok daha önemli bir soru: İnsanlığı korkutan ve yoksullaştıran bu durumdan nasıl çıkacağız?
DOĞANIN DURUMU Sanayi devrimiyle başlayan doğanın yağmalanması günümüzde de hızlanarak devam ediyor. Sanayileşmiş ülkelerin en çok kullandıkları fosil yakıtlarının bir ürünü olan sera gazları atmosferde birikiyor ve tahminlere göre soğuması gereken dünyayı gittikçe ısıtıyor. Küresel ısınmaya karşı, doğanın en büyük silahı olan ormanlar ise acımasızca tahrip ediliyor. Ekolojik denge bozuluyor ve salgın hastalıklar ortaya çıkıyor. Salgın hastalıklar ise, en çok, Fidel Castro’nun deyimiyle “yerkürenin terk edilmiş evlatları” olan üçüncü dünya ülkelerini tehdit ediyor. Ciddi bir kıtlık tehlikesi dünyaya o kadar yakın ki, bilim adamlarına göre, 2020 yılına doğru, üçüncü dünya ülkelerinde günlük kişi başına yarım ekmek düşecek. İçme sularımız kirleniyor. Soluduğumuz hava ise her yanımızı kuşatan bir zehir bulutuna dönüşüyor. Dünyanın asıl yağmacıları ise, dünyanın geleceği için en az kaygılananları oluşturuyor. ABD Başkanı Bush, fosil yakıtların daha az kullanımına yönelik bir bir anlaşmayı, ABD ekonomisine zarar vereceği gerekçesiyle kabul etmiyor.
İNSANIN DURUMU İnsan kendi yarattıklarından çok korkuyor. Kendi yarattığı Tanrıdan, kendi yarattığı bilimden. Peki, insan kendi yarattıklarından neden korkuyor? Ortaçağ’da kilise, dini, halka boyun eğdirmek için bir baskı aracı olarak kullanıyordu. Yapılan büyük katliamlar, din adına yapılıyordu. Aynı şekilde Müslümanlıkta da din, bazı kesimlere bir baskı ve korku aracı olarak kullanılıyordu. Bilim de günümüzde, egemen sınıfların doğayı sömürmek, kitle iletişim araçlarıyla insanları kontrol altına almak ve yeni silahlar yapmak için kullandığı tehlikeli bir araca dönüşüyor. Bilim ile atom bombaları yapılıyor. Nagazaki ve Hiroşima’ya atılıyor. Böyle bir ortamda insanın dinden ve bilimden korkması doğal görünüyor. Olayların nedenleri görülmekte: Toplumsal korku fenomeninin altında, korkunun çok iyi bir hükmetme aracı olması yatıyor. Korku, güvensizlik, kaygı fenomenlerinin yanında, çağımızı etkileyen çok önemli bir başka olgu ise, insanın özbenliğinden uzaklaşması. Nietzsche, özbenliğinden kopmuş insana “sürü insanı” ve bu insanın ahlakına ise “köle ahlakı” diyor. Marx ise, kapitalizmin dişlileri arasında ezilen insanın, özbenliğinden kopmasını, felsefesinde çok önemli bir yer tutan “yabancılaşma” kavramı ile açıklıyor. Heidegger ise bu insana “yurtsuz insan” diyor. Nietzsche’ye göre bu insan, sosyalist öğretilerce kolaylıkla kandırılırken; Marx’a göre sosyalist öğretiler ile, ezilen, yabancılaşmış insan arasında bir kan bağı var.
“Yabancılaşmış”, “yurtsuz”, “sürü insanı”nın çağa, kendi onurunun ve değerinin hiçe sayılmasına başkaldırısı ise, çoğu zaman karşısındakinin değerini hiçe sayan, ölüm saçan bir başkaldırmaya dönüşüyor. İonna Kuçuradi’ye göre, “yüzü silinen insanın” hareketlerinde, tepkisine “her şey yapılabilir ilkesi” hakim olduğu için, insan, insan değerini hiçe sayabiliyor. Günümüz “nevrotik insanı”, kaybettiği “yüzünü”, “yurdunu”, özbenliğini, Doğu’da arıyor. Batı uygarlığında en çok satılan kitaplar, kişisel gelişim kitapları oluyor ve bu kitapların içeriğini, “potansiyelini tanıma”, mutlu bir yaşam sürme ve hayatın anlamı oluşturuyor.
BİLİM DURUMU Bilimin durumu ise insanın ve doğanın durumundan farklı değil. İnsan yüzü silinirken bilimin de objesi yok oluyor. Teorik fizik, özellikle de kuantum fiziği, doğadan tamamen uzaklaşmış, kağıt üzerine yığılmış. Bilim adamları, artık doğadan haberi olmayan bir doğa bilimi yapıyorlar. Etik değerler, yüzyıldır bilimsel araştırmalarda neredeyse hiç göz önüne alınmıyor. Sonuç ise, doğa katili bir doğa bilimi.
ÇATIŞMA Toplumdaki sınıf çatışması, her ne kadar ‘sınıf çatışması teorisi öldü’ denilse de, olanca şiddetiyle devam ediyor. Marx’ın “Bütün ülkelerin proleterleri birleşin.” çağrısına kimse uymadı. Ve komünist toplum hâlâ gelmedi. Tüm bu olanlar karşısında Fukuyama “Tarihin sonu geldi.” diyor. Takiyettin Mengüşoğlu ise toplumdaki antogonist yapıyı, insanın disharmonikliğine bağlıyor ve çatışmanın hiç son bulmayacağını söylüyor. Ama insan hâlâ eziliyor, hâlâ hakları çiğneniyor.
ATEŞİ ÇALMAK Daha adil, daha özgür, doğanın yağmalanmadığı, insanın insan olduğu için değer gördüğü bir dünya, neredeyse herkesin ütopyası olmuş durumda. Ama bu ütopya diğerlerinden farklı. Fârâbî’nin erdemli şehrini istemiyoruz. Zaten Orwell’ın ütopyasının içinde yaşıyoruz. Bu ütopyanın farklılığı, yaşamsal bir ütopya olmasında yatıyor. Bu ütopya gerçekleşmek zorunda. Cesaretle söyleyebiliriz ki, insanlığın yok olup olmaması bu ütopyaya bağlı. Böyle bir ütopya için harekete geçmeliyiz. Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlara destek vermeli, yeni kuruluşlar oluşturmalıyız. Antalya Felsefe Sempozyumu’nda Uluğ Nutku’nun dediği gibi: Zapatista gerilları ile Bergama köylüleri birleşmeli. Çünkü “Kaybedeceğimiz sadece zincirlerimiz, kazanacağımız ise koca bir dünya var.” Enternasyonal ruhu canlanmalı. Dünya çapında olmalı her şey. “Felsefe, sözünü dünya çapında söylemeli.” Mali sermayenin küreselleşmesinin yerine, emeğin küreselleşmesini koymalıyız. Dünya bir yol ayrımında ve tüm insanlık bir seçim yapmak zorunda. Narkissos ve Prometheus arasında bir seçim yapmamız gerekiyor. Suya düşmüş çehresini gören Narkissos, sudaki yüzüne aşık olur. Sudaki yüzünü izlerken öyle bir an gelir ki başı dönüp suya düşer ve suların içinde kaybolur.
Prometheus ise, insanlara, aklın ateşini Tanrılardan çalıp vermesi ile ünlüdür. Prometheus’un ateşi ile insanlar uygar topluma geçerler. Ama Prometheus, Tanrılar tarafından cezalandırılır ve Kafkas Dağının zirvesinde ölüme terk edilir. Bir kartal sürekli Prometheus’un ciğerini yer, ciğer yendikçe kendini yeniler. Prometheus’un acısı uzayıp gider. En sonunda Herakles gelip Prometheus’un acılarına son verir. Kant, tarihi, “insanın özgürleşme süreci” diye tanımlar. Tarihi insan yapıyor, ve insanı, ancak insan özgür kılacak gibi görünüyor. İnsanlığın sorunları çok büyük, ama “Tarih, hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz.” diyor, Marx. Filozoflar her ne kadar dünya sorunlarını ve insanın sorunlar karşısındaki durumunu en sert bir şekilde insanlığa haykırsalar da, her zaman bir çıkış yolu olduğunu da bize söylüyorlar. | |
| | | | 2002 yılı Felsefe olimpiyatının ilk 10 yazısı | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |